‘BEDEN ÜTOPYANIN AKSİDİR’

Zorlu PSM, Craft, ve Freestage ortak prodüksiyonuyla sahnelenen Balina oyunu, tanıtım metninde de vurgulandığı gibi ‘affetmek üzerine’. Bir baba ile kızının, bir nefeslik zaman diliminde birbirini kucaklayabilme/kucaklaşabilme ihtimalinin hikayesi. Öte yandan bu oyunun, bu hikayenin benim aklımda yer eden vurucu öğesi ‘beden’ kurgusu oldu.

Fransız filozof Michel Foucault, bedenimiz ütopyanın aksidir der. Bedenimizi bir yere bırakıp hayatımıza devam edemeyiz, ondan kaçamayız, onu terk edemeyiz. Bir tür sınırlılıktır ve bu sınırlılığı kırma çabası olarak tanımlanabilecek ütopyanın aksidir. Balina hikayesinde ise beden bir tür distopya. Hayal kırıklığının, vazgeçişin, özyıkımın ete kemiğe bürünmesi. Hayatın sınırına koşmanın aracı. Bilinçli/bilinçsiz bir tercihle yazılan ölüm fermanı.

Balina filminde, baş karakter Charlie’nin obeziteyle tarumar olmuş devasa bedenini salondaki o küçük kanepeden kaldırma çabasını seyrederken kalbimin sıkıştığını hissetmiştim. Brendan Fraser’a en iyi erkek oyuncu Oscar ödülünü kazandıran bu harikulade performansı, o bedende yaşamanın nasıl bir eziyet olduğunu, bir intihara tanıklığı iliklerimize kadar işlemişti. Bir distopik beden seyriydi karşımızdaki.

İbrahim Çiçek’in yönetmenliğinde, Enis Arıkan, Şebnem Bozoklu, Yağız Can Konyalı, Helin Kandemir ve Emine Evirgen’in performanslarıyla sahnelenen Balina oyunu da yine bu distopyaya hizmet eden, çarpıcı bir sahneyle başlıyor. Denizin altındaymışız hissini veren mavi bir atmosfer içinde Charlie’nin devasa bedeninin çırpınışını görüyoruz. Mavilik ortasında yaralı, hasta devasa beyaz bir balina misali… İzleyiciyi ilk sahneden itibaren yakalayan ‘ölümcül beden’, hikayenin akışında farklı duraklarla anlam kazanıyor. Yazar Samuel D. Hunter metninde beden temasına, yeme bozukluğunun iki uç noktasıyla yer vererek vurguyu güçlendirmiş. Charlie’nin trajik geçmişindeki kaybı, bizim bedenen sahnede hiç görmediğimiz ancak hikayesi hikayemizin merkezinde yer alan Alan, Charlie’nin aksine yemek yemeyi reddederek yine bedeninin sınırlılığıyla intihar etmiş, öğreniyoruz. Ve hayata atılmış bir çıpa olan hemşire Liz karakteri, tam da bu iki bedensel intiharın orta yerinde duruyor.

Balina oyunu, tek mekanda, sınırlı alanda hapsolmuşçasına, geçen ağır bir drama. Filmde, Charlie’nin devasa bedeninin kapılardan sığmadığı, bir kuytu, basık, dağınık evin salonu; tiyatro sahnesinde bir tür akvaryum temasıyla yansımış. Metindeki dramatik öğeyi güçlendiren bir ‘sonlu’ mekan algısı yaratılmak istenmiş sanıyorum.

İzlediğimiz, an be an yaklaşan trajik sona yolculukta yaşanan suçluluk duygusu ve son bir defa diklenme, hantal bitap bedeni tek bir kucaklaşma için ayağa kaldırma çabası. Hayallerine erişerek süreceği hayatı bir ütopya olarak tanımlarsak, Charlie’nin ütopyasına ulaşmak için aldığı kararların ardından yaşadığı distopik gerçekliği seyrediyoruz bu oyunda. Bu dramayı, obez bedenle bağdaştırarak kurgulamak bence metnin en temel, en başarılı öğesi olmuş. Enis Arıkan’a başarıyla monte edilen obez bedenin kısıtlılıklarının sahneye yansımasına biraz daha ağırlık verilebilir diye düşünüyorum. İster istemez filmle karşılaştırdığımda, filmin oyun alanının daha geniş ve görünür olduğunu akılda tutarak, metinde beden vurgusuyla sunulan tükenmişlik, vazgeçiş hissinin, tiyatro sahnesinde obeziteye odaklanan davranışları daha fazla görünür kılarak, daha fazla yer verilmeyi hak etiğini düşünüyorum. Zira tekrar ediyorum, hayli ağır bir dram bence tam da bu bedenle bağdaşık vücut buluyor hikayede. Öte yandan Helin Kandemir’in oyununa değinmeden geçmek istemem, bundan sonraki işlerini de merakla takip edeceğim.

Ana hikayeye zenginleştiren çokça öğe var: misyonerlik, eşcinsellik, dürüstlük, öfke, yas, masumiyet. Ve bu öğeleri işleyen güçlü yan hikayeler. Hikayeyi daha fazla deşifre ederek izleyecek olanların seyir keyfini gölgelemek istemiyorum. Yoğun bir metin, incelikli detayların hikayede yer aldığını hem tiyatro sahnesinde, hem de filmde gördüğümüzü belirterek sözümü noktalayacağım. İyi seyirler!

BUNLAR DA İLGİNİ ÇEKEBİLİR