‘CANIM AİLE SEN AŞKLARIN EN DERTLİSİSİN’

Çok sevdiğim bir feminist slogan var: “Biz yakamadığınız cadıların torunlarıyız.” Her söyleyişimde içime bir ferahlık yayılıyor. Ve işte benim ruhsal dimağımda efsunlu cadı halleri gün gibi ortada, yüz yüze tanışık olduğum veya olmadan bildiğim bazı kız kardeşlerim var. Onlardan biri Nermin Yıldırım. O kederli, kuytu meselelere dahi bakışındaki yaşam soluğu, hüzünlü bir durumu anlatırkenki samimiyeti, mizahı başka neye yorabiliriz ki?! Bir tür cadılık müessesesi. Hayli keyifle göğsüme basıyorum ve minnetimi sunuyorum. Esasında romancı olarak bildiğimiz Nermin Yıldırım’ın 2022 yılında yayımlanan öykü kitabının ilk bölümü, romana göz kırpan novellası Aile Yalanları. Kitabı okurken ‘Raşomon anlatım tekniği’ (Bavula Sığmayan, s.12) diye gönderme yapılan yerin altını çizmişim, nedir Raşomon etkisi, buraya da not düşeyim: Bir olayın birden fazla tanığı, yaşayanı var ve her biri olayı inandırıcı biçimde kendi perspektifinden anlatıyor. Peki bu durumda gerçek ne? Ali Yalanları da bir ortak yaşanmışlığı üç farklı yaşayanın penceresinden anlatıyor: kız evlat, baba ve anne. Yazarın bu terimi anlatısında kullanmasının gizli bir oyunbazlık olduğunu düşünmüştüm. Zorlu PSM, Toy İstanbul ve Melisa Sözen ortak yapımı olarak sahnelenen oyun da novellayla benzer biçimde bu üç anlatıcıyla kurulmuş. Yaşanmış olan ve yaşanan gerçekliği kendince ve doğrudan izleyiciye anlatan paydaş anlatıcılar. Öncelikle bu açık biçimin oyunu lezzetli kılan başlıca öğe olduğunu vurgulamalıyım. Üstelik her birinin biricikleşen üslubuyla anlatıcılara hayat veren oyuncular da tam işinin ehli: Melisa Sözen (Belgin), Ülkü Duru (Müzeyyen) ve Müfit Kayacan (Kamuran). Ve de üstelik yönetmen koltuğunda, metnin yalın ve samimi tınısını sahneye yansıtmayı çok iyi bilen bir isim, Hakan Emre Ünal oturuyor. “Hem kendimiz olup hem de sevebilecek miyiz birbirimizi?” Nermin Yıldırım’ın okuduğum tüm metinlerinde ev, aile, yuva sorgulaması var. Sahnede izlediğim Aile Yalanları’nda da nüktedan bir dille anlatılan bir aile dramına şahit oluyoruz. Saçını Süpürge Etme Bildirgesi’ni her fırsatta ibraz eden demir leydi anne, anneye benzemek korkusuyla kendini kendince arayan kız evlat, “ağzı var dili yok” halini doğası gereği bilirken “hiç mi yaşamayalım” isyanına gönlünce sığınabilen baba. Oyunun tanıtım metninde -ki çok rastlayamadığımız, hayli kıvamında bir tanıtım içeriği bence- anlatılanın ‘hepimizin ailesinin hikayesi’ olduğu vurgulanmış. Kuşkusuz birçok izleyen oyunda kendi hikayesiyle özdeşlikler bulacaktır. Bu orta sınıf çekirdek ailenin hikayesinde beni yakalayansa ister istemez, kız evlat Belgin’in ebeveynlerini tanımlama, yüzleşme, çatışma halleriydi. Bahsettiğim eşleniği, oyunda Belgin’i canlandıran Melisa Sözen, bir röportajında tam aklımdan geçtiğince, çok iyi ifade etmiş: “Belgin’in ailesi ile kurduğu ilişki öyle tanıdık ki. En yakınlarına sivrilen dili, beklentilerin ve tekrarların bıkkınlığı, bağımsızlık mücadelesi, anne ve babasının kendisini sevmeye adanmış ömürleri karşısında hissettiği sağlıksız vicdan azabı ve giderek onlara benzemenin yarattığı hırçınlık… Ve bunların hepsini, her şeyi iyileştirecek kadar büyük olan anne babasına duyduğu sevgi. Ah aile, canım aile sen aşkların en dertlisisin.” En etkilendiğim bölümün anne-kız arasındaki, daha çok kız evladın kendini anlatma çabasıyla şekillenen itiraflar bölümü olması sanırım hiç şaşırtıcı değil.

Gelelim beni duraksatan yerlere –yine izleyicinin fildişi kulesinden konuşmaktayım. Baba karakteri bir komedi unsuru olarak fazla ‘göründü’ gibi geldi bana. Oyunun genel akışındaki mizahi öğeler novellayla da uyumlu biçimde dil odağındayken babadaki komiklikler sanki biraz fazla değil miydi? Belki de karakteri tam da böyle ‘fazla’ görmemiz istendi. Bilemiyorum, akıştan bir miktar kopuk hissettirdi bana. Bir de dekorun sadeliğini beğenmekle beraber, oyunun afiş ve fotoğraf çekimlerindeki atmosfere fazla ikna olmuş olmalıyım ki o duvar kağıtlı, kanepeli odayı aradı gözlerim.

İçine doğduğumuz ya da gönüllü, gönülsüz itildiğimiz ‘aile’… Kabulleniş ya da reddediş dahi aile ile teması boşa çıkaramıyor. Her bireyin hamurunda bir parmak izi kalıyor. Bazı çizgiler kalın, güvenli, ışıltılı; bazılarıysa kesik, gölgeli, leke misali. Sosyoloji, felsefe, siyaset ve tabi insan deneyimine mercek tutan sanatın bu kavramı bunca konu edinmesi boşa değil. İşte bu oyun da aileye, metinden aldığı güçle, zarif bir bakış sunuyor. Nermin Yıldırım’ın pek sevdiğim cadılığına tekrar selam olsun. Aile Yalanları’na kulak kabartan bol olsun…

Bu izlenim yazısına bir dip not cümle, cadılık dediğinde çok isim var aklımda ama Gamze Arslan’a da ayrı bir vurgu yapmak isterim, Nermin Yıldırım’ın yanı sıra okumamış olanlar varsa…

BUNLAR DA İLGİNİ ÇEKEBİLİR