ZAMANSIZ HİKAYELER: SEAN HOLMES İLE BİR YÖNETMENLİK SÖYLEŞİSİ

Fikirleri, oyunları ve ruhu yüzyıllar sonra bile hayatta tutan nedir? Cevapları aramak için Shakespeare’s Globe Sanat Yönetmeni Sean Holmes’un karşısında yerimizi alıyoruz. Yaratıcılığın sınırsız güçleri yerinde saymayı sevmez - zamanın ve insanların içinden geçer, evrilir ve temas ettikleri her şeyi etkilerler. Holmes’un deyimiyle, yönetmenliğin güzelliği burada; insanlığın zamanla değişen ama özünde zamansız kalan kollektif hikayelerini aktarmakta.

Sohbetimiz bu hareketin bir yansımasına dönüşüyor - tarihin sadece tekerrürden ibaret olmadığına, kendini yeniden yarattığına dair bir hatırlatma. Her bir yeniden anlatım, bugünle şekillenen, geçmişin yükünü geleceğin ışığına taşıyan, yeni bir hikaye.

İşleriniz sıklıkla geleneksel ve deneysel tiyatro arasındaki sınırı silikleştiriyor. Özellikle Shakespeare’s Globe gibi bir kurum içinde geleneklere ne zaman meydan okuyup ne zaman sadık kalacağınıza nasıl karar veriyorsunuz?

Sanırım bu, bir bakıma Globe’un hangi sahnesini kullandığıma bağlı. Burada iki alanımız var. Biri 1.400 kişi kapasiteli, ünlü açık hava sahnesi, diğeri ise 350 kişilik, mumlarla aydınlatılan kapalı alan. Kapalı alanda çalışmak daha kolay oluyor.

Açık hava sahnesinde görüntü üzerinde pek bir kontrolünüz olmuyor çünkü sahnenin çevresi neredeyse tamamen izleyicilerle dolu. Normalde bir tiyatroda görsellikle pek çok bilgi aktarabilir ve gerçeklikten soyutlayabilirsiniz ama Globe’da bunu yapmak gerçekten zor. Burada, her ikisi de toplumsal komediler olan Yanlışlıklar Komedyası ve Kuru Gürültü’yü sahneledim. Bunları Shakespeare’in dönemine uygun şekilde sahneleyince kimin zengin, kimin fakir, kimin efendi, kimin hizmetkar, kimin karı koca olduğu çok net bir şekilde görülüyor. Ve hikayeler bu yapıların çöküşü üzerine. Mutlaka yaptığım şey, oyuncuların kendilerini çağdaş ve geniş çeşitliliğe sahip hissetmelerini sağlamak. Yani 400 yıl öncesini hiçbir şekilde yeniden yaratmaya çalışmıyoruz.

Kapalı sahnede metaforik olmak daha kolay. Mesela orada Kral VI. Henry’yi sahneledim, hayli zorlayıcıydı. Bir sürü karakter var ve hepsinin ismi Richard ya da York. Kimin kim olduğunun anlaşılması için herkes üzerinde isminin ve numarasının olduğu bir futbolcu forması giydi. Taraf değiştirdiklerinde diğer renkteki formaları giydiler, oyun çamurlu zeminde sahnelendi ve herkes bira içiyordu. Yani gerçekten çağdaş bir yorum ortaya koyduk.

Yaşadığımız dijital çağı ve özellikle pandemi sonrası değişen tiyatro dünyasını düşündüğünüzde, ne gibi inovasyon veya değişimlerin geleceğin teatral prodüksiyonlarının ayrılmaz bir parçası olacağını öngörüyorsunuz?

İşin enteresan kısmı, yapay zekayla nelerin değişeceğini bilmememiz. Pek çok mesleğin YZ etkisiyle büyük değişimler geçireceğini biliyoruz. Tiyatroda böyle olamaz. YZ’ye karşı dirençli olduğumuzu düşünüyor ve umuyorum.

Bu, bir bakıma teknolojiden bağımsız bir alan olmakla ilgili. Şimdi insanlar YZ’yi tiyatroda kullanmanın yollarını bulacaklar ve bunda bir sorun görmüyorum. Bu düşüncede yanlış olan bir şey yok ama benim uzmanlık alanım değil. Benim ilgi alanım oyuncu, izleyici ve paylaştığımız bir alanda onlarla bir arada olmak. Howard Brenton diye İngiliz bir oyun yazarı var, tiyatro üzerine Hot Ions isimli bir kitap yazdı ve orada diyor ki, “Tiyatro öyle eski bir sanat biçimidir ki, daha önceden yapılmış olduğu için her şeyi yapabilirsiniz.” Yani dijital veya film teknolojilerini, hatta videoları başarılı bir şekilde bir oyunda kullansak bile, aslında 2.000 yıl önce ya da yüzlerce yıl önce birinin yaptığı şeyi, sadece farklı teknolojilerle yapıyoruz. Dolayısıyla tiyatronun temelinde çok kadim ve basit bir şey yatıyor, bu çok ilginç. Pek çok farklı şekilde ortaya konulabilir ve teknolojiyle olağanüstü şeyler yapılabilir.

Yeni metinlerin yönetiminden klasiklerin yeniden canlandırılmasına uzanan kariyerinizdeki çeşitliliği göz önünde bulundurarak, hem sanatsal vizyonunuzla örtüşen hem de bir yönetmen olarak konfor alanınızdan çıkmaya iten projeleri nasıl seçiyorsunuz?

Globe’daki düzenli işimde sık sık “Evet Sean, bunu senin yönetmen lazım” gibi durumlar oluyor. Herhangi bir oyunu sahneye koyamam, içimdeki sanatçı hâlâ sevdiğim oyunları istiyor. Ama bence ilginç bir şekilde ayrıcalıklıyım çünkü Shakespeare çok iyi. “Bilmem, mesela Yanlışlıklar Komedyası olabilir” diye düşününce “Hadi ya?” oldum. Ama sonra Yanlışlıklar Komedyası’na giriştiğimde “Burada çok enteresan bir şeyler var” dedim. Yani tiyatromuzun oyun yazarı çok iyi olduğu için çok şanslıyım.

Yıllar önce Arthur Miller’ın erken dönem oyunlarından olan The Man Who Had All the Luck’ı sahneye koymuştum. Bunu yaparken Arthur Miller’ın otobiyografisi Timebends’i okudum. Orada, üniversite yıllarında Yunan trajedilerini okumaya başladığını anlatıyor ve diyor ki, “Bir çukurun dibindeki adamın merdivene duyduğu aşk gibi aşık oldum onlara.”

Bir oyunu gerçekten yapmak istemek kimyasal bir duygu hissettiriyor ve kafamda “Evet, bunun nereye gittiğini, şeklini şemalini görebiliyorum. Bu oyunu görebiliyorum” dedirtiyor. Şimdi bir yönetmen, özellikle de Globe’un yardımcı sanat yönetmeni olunca, bazen beğendiğiniz bir oyunu kurum için sahnelemeniz gerekiyor. Sevdiğiniz değil ama takdir ettiğiniz bir şeyi yapmanız gerekiyor. Bir şeyi sevmediğinizde bunun prodüksiyona yansıması mümkün ama içinize ona yönelik bir sevgi zamanla büyüyebilir de. Yani ilginç bir zorluğu var, aşık olmak ya da arkadaş edinmekle biraz benzeşiyor.

Tiyatronun kısa formatta eğlenceyle rekabet ettiği, hayli dijitalize olmuş bir çağda canlı performansları modern izleyici için vazgeçilmez kılmayı nasıl başarıyorsunuz?

Sanırım insanlara başka yerde bulamayacakları bir şey vererek, o taraflara gitmek yerine kendi bölgende kalarak. Bazı yemeklere uzun zaman ayırmak gerekir, bazılarıysa atıştırmalıktır. Ve şu anda eğlence tüketicileri olarak sürekli atıştırdığımızı düşünüyorum. Oturup doğru düzgün bir yemek yemiyoruz ve belki de tiyatronun olayı bize oturma fırsatını sunması. Oturup iyi bir yemek yeme ve telefonlarımıza bakmama ve düşünmeme, bunun yerine birbirimizle bağlantı kurduğumuz bir dünyaya gerçekten dahil olma fırsatı sunan tiyatro, bir empati makinesi.

Herhangi bir sosyal medya hesabım yok ama sanıyorum empati yeteneğini kaybetmek çok kolay. Bunu tiyatroda yapamazsın. Tiyatro, sizinle aynı olmayan insanlarla sahnede tanışabileceğiniz bir alan. İngiliz yazar Edward Bonds, “Demokrasi ve tiyatronun aynı zamanda ortaya çıkması tesadüf değil. Drama olmazsa demokrasi olmaz” demişti. Bu iyi bir şey. Güzel bir düşünce.

Bence olay şu; demokraside dramanın bize öğrettiği deneyimselliğe ve davranış okumaya dayanan bir şey var. Ve Shakespeare, onu anladığınız zaman bunların ikisini de yapıyor. Gerçekten düşünmemizi sağlarken bize gerçekten güzel bir gece yaşatıyor.

Şimdi karşımızda daha genç yönetmen ve yaratıcılardan oluşan bir nesil var. Birlikte çalıştığınız, kariyerinin başlarındaki yaratıcılara verebileceğiniz en önemli tavsiye nedir?

Yönetmenlik bir kısa mesafe koşusu değil, maratondur. Yönetmenlik gerçekten zor bir iş, tiyatroyu bilen pek çok kişi, şansı tamamen yaver giderse, bir tane çok iyi gösteri sunabilir - bu çok kolay. Zor olan, temelinde kötü olmayan ve gerçekten iyi olma potansiyeli taşıyan gösterileri istikrarlı bir şekilde yapabilmek. Bu da zaman ve deneyim gerektiriyor ama yönetmenler için durum giderek zorlaşıyor çünkü her gösteri bir teşhir standına dönüşme tehlikesi içinde.

Gösterilerde insanların tek bir şansı oluyor ve “Bu an, o an olmalı” hissi geliyor. Bu çok tehlikeli. Vitrinde yer almanın baskısını hissetmek tamamen anlaşılır bir şey ama bir yandan da riskli çünkü sana bir sonraki işini getirecek prodüksiyon yerine en iyi prodüksiyonunu yönetmeye odaklanman lazım.

Dolayısıyla benim tavsiyem, bunun bir kısa mesafe koşusu değil, bir maraton olduğunu ve uzun zaman alacağını kabullenmeleri. Bence yönetmenlikte endişe edecek çok şey var. Tavsiyem, gerçekten gerekene kadar endişe etmemek. Etrafta sık sık enerjisi dağılmış, bazı şeyler konusunda gereğinden erken endişelenen insanlar görüyorum. Sinirlerinize hakim olmanın bir yolunu bulabilirseniz, tamamen hazır olana kadar hazır olması şart değil.

Peki Globe’da sanat yönetmeni olduktan sonra Shakespeare ve işleriyle ilgili öğrendiğiniz en şaşırtıcı şey ne oldu?

Onu insani yönüyle, kişisel düzeyde daha iyi tanıyormuşum gibi geliyor. Aşırılığı, ironiyi, saçmalığı seviyor, zıtlık ve çelişkiye bayılıyor. Ve sanırım Globe’da çalışmaya başladığımdan beri oyunlarındaki tuhaf bulduğum şeyleri anlamaya başladım.

Mesela Shakespeare’in oyunlarında dikkati çeken küçük saçmalıklar olur, aktörler genellikle bunlarda zorlanırlar. Karakter girmiş gibi görünür ama biri onunla ilgili dört satır daha konuşmaya devam eder. Burada sahnedeki oyuncunun “Bunda bir gariplik var” dediği tuhaf bir an olur. Ama Globe’da bunun ne demek olduğunu anladım. Işıklar ve dikkati aynı anda bir noktaya çekme imkanı olmayınca, aslında izleyicinin hayal gücünü yönetmeniz gerekiyor.

Ve son olarak, Shakespeare’in karakterleri arasında bir favoriniz ya da dizelerinden sizi yansıttığını düşündükleriniz var mı?

Onikinci Gece’de Sir Andrew Aguecheek’in “Ben de bir zamanlar çok sevildim” repliği tüm zamanların en iyisi. Çok basit ama büyük derinliği olan bir an. Sıklıkla Shakespeare’in ünlü dizelerini överiz ama bu, tek kelimeyle muhteşem.

Bu üzgün, bir parça acınası ve gülünç insan, bir zamanlar sevildiğini gözler önüne seriyor. Birileri onu çok sevdi ama artık öyle değil. Küçücük bir dize ama yükü çok ağır. İnsanlığını tamamen ortaya çıkarıyor, bir mizah karakterini derinden bağ kurulabilen ve trajik olacak kadar gerçek birine dönüştürüyor.

BUNLAR DA İLGİNİ ÇEKEBİLİR