RÖPORTAJ: ANADOLU’NUN SESİNİ DÜNYAYA TAŞIYAN HİLAL KAYA, İLK KEZ TÜRKİYE SAHNESİNDE

Danimarka’nın Herning kentinde doğup büyüyen Hilal Kaya, Türkçe sözlü şarkılarla Danish Music Awards’a aday oldu, Kalaha ve Aarhus Jazz Orchestra ile uluslararası başarılara imza attı. Anadolu’nun kök melodilerini modern sound’larla harmanlayan sanatçı, şimdi yıllardır hayalini kurduğu Türkiye konseri için MIX Festival sahnesine çıkmaya hazırlanıyor.

Danimarka’nın Herning şehrinde doğup büyüyen, Anadolu’nun kök melodilerini psych-rock, funk ve caz dokunuşlarıyla harmanlayarak kendi sesini dünyaya duyuran Hilal Kaya… Danimarka’dan Danish Music Awards adaylıklarına, Kalaha ve Aarhus Jazz Orchestra gibi uluslararası projelere, oradan da solo şarkılarıyla festival sahnelerine uzanan bir hikâye onunki. Bir Türk kızı olarak, dünyanın bir ucunda Türkçe sözlü şarkılarla listelere giren, ödüllere aday gösterilen ve modern melodileri Anadolu’nun ruhuyla birleştiren Hilal Kaya, şimdi yıllardır beklenen bir hayali gerçekleştirerek Türkiye’deki ilk konserine hazırlanıyor. Hilal ile; tesadüflerin dönüştürdüğü kariyer adımlarını, Danimarka’dan İstanbul’a uzanan müzikal yolculuğunu, ilham kaynaklarını ve hayallerini konuştuk

Öncelikle sormak istediğim bir soru var. Türkiye’deki ilk konserine çok az kaldı. Bu hayalin gerçekleşecek olması sana ne hissettiriyor?

Bu, hayalin ötesinde bir şeydi artık. Senelerdir bunun için her türlü yolu denedik ama başaramadık. Herkes bize “Siz neden Türkiye’ye gelmeye çalışıyorsunuz? Herkes oraya gelmek istiyor.” diyordu ama benim en büyük hedefim Türkiye’deki müzikseverlere yeni bir müzik dinletmek değil, onların desteğini hissetmekti. Bu, yurtdışında tamamen Türkçe albümler yayınlayan bir müzisyen için çok önemli bence.

Kendini ilk kez sahnede hatırlıyor musun? O günkü heyecanını bugünle kıyaslarsan neler değişti?

Amatör olarak çıktığım sahneyi de hatırlıyorum ama Kalaha ile çıktığım ilk sahneyi hiç unutmuyorum. Tek istediğim, şarkı sözlerini unutmadan ve hata yapmadan konseri bitirmekti. O yüzden çok donuk ve konsantreydim. Şimdi öyle düşünmüyorum. Hataları hata olarak değil de, canlı sahnenin bir parçası olarak görüyorum. Rahat olmayı, sahnede ekibimle sohbet etmeyi, insanlarla göz kontağı kurmayı çok seviyorum.

Müziğine “Anatolian roots with a modern twist” demek sadece bir tanım değil, adeta bir manifesto gibi… Senin için ‘kök’ ve ‘modernlik’ ne ifade ediyor?

Ben daha önce farkli türlerde Türkçe çok şarkı yaptım ve hepsini çok seviyorum. Ama şu anki hedefim, müzikal olarak daha da geriye gidip gerçekten vadettiğim şeyleri yapmak. Eğer yurtdışında “Anadolu müziği yapıyorum” diye lanse ediliyorsam, o zaman doğru vokaller, doğru enstrümanlar ile bunu doğru şekilde yapmalıyım diye düşünüyorum. Bunların yanında da güçlü bir funk/rock orkestrası ile yeni bir sound’a erişiyorsunuz. Bu da benim vokallerimi, ud ve bağlamayı güncel müzikle birleştiriyor.

Müziğini tanımlarken geleneksel Türk melodilerini caz, rock, dünya müziği ve afro beat’leri ile ustalıkla harmanlayarak benzersiz bir ses yaratıyorsun diyebiliriz. Peki dinleyicilerine yalnızca bir melodi değil; bir hikâye, bir his, bir kültür aktarımı da yaptığını düşünüyor musun?

Elbette. Özellikle “his” benim için çok çok önemli çünkü konsere gelen izleyicilerimin neredeyse %90’ı söylediklerimi anlamıyor. Bu hissiyatı onlara geçiremezsem, onları memnun etmiş olamam. Birçok yazar konserlerim hakkında şunu çok söylüyor: “Bir tane Türkçe kelime bilmiyorum ama Hilal’in bana ne dediğini çok iyi biliyorum.” Bu benim için bir anahtar. Anadolu müziğini doğru aktarmak, insanlara Anadolu müziğinin neler yapabileceğini göstermek benim için çok önemli.

Çocukluğunda evde dinlenen müziklerle, bugün ürettiğin şarkılar arasında nasıl bir bağ var? Bu yolculukta ailenden nasıl bir destek gördün?

Ailem Şarkışla kökenli. Diğer yandan İstanbul’da da bir teyzem var. Çocukluğumda yaz tatillerimizin bir kısmı İstanbul’da, bir kısmı Şarkışla’da geçerdi. Türküler dinleyerek büyüdüm ama çocukken Gülhane Parkı’nda birçok konsere de gittim. Zeytinburnu sahil yolundaki türkü barlara da gittim, Düş Sokağı Sakinleri konserine de... Ama annemin arabasında Cem Karaca, Barış Manço, Neşe Karaböcek, Ahmet Kaya, Mahsuni Şerif, Arif Sağ ve Müzeyyen Senar kasetleri vardı. Bunları çok dinlerdim. Elbette o dönemin popüler müziklerini de dinliyordum ama diğerleri kulağıma çok daha aşinaydı. Kültürel farklılıklardan dolayı ailem beni konservatuvara göndermek istememişti ama ilk gitarımı da babam aldı. Beni koruduklarını düşündükleri için böyle davranmışlardı ama şimdi düşünceleri çok değişti ve bana her konuda destek oluyorlar.

Ailende doğrudan müzikle uğraşan kimse olmasa da, büyük deden bir âşıkmış. Küçükken onun eski video kasetlerini izlermişsin. Bunun da seni şekillendirdiğini düşünür müsün?

Evet, dedem âşıktı. Evlenemediği, sevdiği kadınla ilgili koltukta uzanırken bile mani mırıldanırdı. Bazen bütün torunlarını etrafına toplayıp kendi yazdığı türküleri söylerdi. Vefat ettikten sonra babam onun kasetlerini izletirdi bize. Eskiden dinler geçerdik ama şimdi o video kasetleri çok farklı bir bakış açısıyla izliyorum. Şarkılarımı yayımladığım “Kayadede Records”un ismi de dedemin Şarkışla’daki lakabından geliyor.

Müziğe olan ilgini ilk fark ettiğin zamanı hatırlıyor musun? Ailenin müzik hayatında nasıl bir rolü oldu?

Evet, aslında çok iyi hatırlıyorum. Evde Titanik filmini izledikten sonra “My Heart Will Go On” söylemeye çalışmıştım. Baktım sesim çıkıyor, sonra okulda müzik dersinde de söylemiştim. Ben dahil herkes şok olmuştu. Ailemin rolü elbette büyük. Her zaman yanımdalar ve her türlü desteği veriyorlar. Büyük dedem ve ben dışında müzikal kimliği olan kimse yok. Müziğe dair teknik olarak destek olamıyorlar ama manevi ve maddi olarak her zaman yanımda oldular.

Haluk Levent’in Danimarka’da verdiği bir konser öncesinde, sunucunun seni sahneye davet etmesiyle kendisiyle ilginç bir şekilde tanışıyorsun. Seni dinliyor ve albümünde vokal yapmanı istiyor. Dışarıdan bakınca tanışmanız tamamen bir tesadüf gibi görünse de aslında sahneye çıkmayı göze alan cesaretin olmasa o an yaşanmazdı. O anı şimdi hatırlayınca içinde nasıl bir duygu uyanıyor?

O konsere gitmeye son anda karar vermiştim çünkü daha önce başka bir yerde dinlemiştim. O zamanlar ben de küçük partilerde ya da millî bayram gibi merasimlerde gitar çalıp söylüyordum bazen. Birisi gidip benimle ilgili bir şeyler söylemiş. Sahneye davet edildim. Ben de gitaristin gitarını boynuma takıp bir şarkı söyledim. Çok büyük alkış aldım. Sonra Haluk Levent seyircilerin arasına oturdu ve "Bir şarkı daha söyler misin?" dedi. Söyledim. Ardından da “Uzun zamandır Türkiye’de arıyorum, bak Danimarka’da buldum. Sana söz, ilk albümünü ben yapacağım” dedi. Çok sevindim ama daha önce başıma böyle bir şey gelmediği için pek beklentiye girmedim. Yaklaşık 3-4 ay sonra arayıp İstanbul’a davet ettiler ve Dostane isimli albümünde hem vokal yaptım hem de düet söyledik. Her yönden harika bir deneyimdi. Ama şimdi olsa elbette çok daha farklı olurdu; o zaman çok tecrübem yoktu.

Yıllar sonra dönüp baktığında “İyi ki” dediğin bir an var mı?

Cumhuriyet Bayramı balolarından birinde arkadaşım Orhan Özgür Turan ile tesadüfen tanıştım. Kariyerimin birçok dönüm noktasını onunla birlikte yaşadım. “İyi ki o baloya gitmişim” diyebilirim.

Bir arkadaşın aracılığıyla tanıştırıldığın, Türkçe müzik yapmak isteyen Danimarkalı grup Kalaha ile yollarınız nasıl kesişti? İlk kez bir grubun parçası olmak nasıl hissettirdi?

Orhan Özgür Turan... Çok Küstüm adlı çalışmamızda bağlamayı o çalıyor ve sözleri de o yazıyor. Önce kendisi okuyor ama şarkının bir kadın vokal tarafından seslendirilmesi gerektiğini düşünüyor. Türkçe söyleyen başka vokallerin adı geçiyor ama Orhan beni öneriyor ve Kalaha da onun tavsiyesine güvenmeyi tercih ediyor. Beni aradığında “Elbette söylerim” dedim ama Çok Küstüm ve Kalaha öyle farklıydı ki beni tamamen başka bir müzik kültürünün içine soktu.

Danimarka’nın prestijli caz ve dünya müziği projelerinde yer almak, Kalaha gibi önemli bir grupla çalışmak sana nasıl bir vizyon kattı?

Ekibin üyelerini başlangıçta tanımıyordum ama ne kadar önemli isimler olduklarını zamanla öğrendim. Başta onları tanımıyor olmak, doğal ve samimi bir arkadaşlık yarattı. Kalaha ile çalışmaya başlamak, müzikal yelpazemi çok genişletti. Bakış açımı daha mainstream müzikten alıp dünya müziğinin gücüne yöneltti diyebilirim.

Bir Danimarka caz grubunun üyesi olarak Türkçe şarkı söylemek, kültürel bir köprü kurmak gibi hissettirdi mi?

Elbette. Bu proje hem benim için hem grup için hem de dinleyenler için birçok açıdan yenilik barındırıyordu. Daha önce burada Türkçe etnik müzik yapan sanatçılar olmuştu ama Kalaha gibi enerjik ve türler arası geçişler yapan bir grup yoktu. Bu yüzden iki taraf için de uzun bir sıçrama oldu diyebilirim.

Kalaha ile birlikte bir caz orkestrasının merkezinde olmak, onlarla birlikte ürettiğin şarkılara Türkçe sözler yazmak ve vokalini katmak solo projene nasıl yansıdı?

Onlarla ile geçirdiğim dönemde öğrendiğim en önemli şeylerden biri; işi, kitaba ya da kitleye göre değil, hissettiğin şekilde yapman gerektiğiydi. Bu özgürlük duygusu, şimdiki projeme de büyük ölçüde yansıyor.

“Özgürüm Ben” adlı parçanız özellikle dinleyicinin ilgisini çekmenin yanında güzel başarılar da getirdi. Danimarka ulusal radyolarında ana rotasyona giren ilk Türkçe şarkı oldu. Ayrıca “Yılın Grubu”, “Yılın Şarkısı”, “Yılın Bestesi” gibi kategorilerde Danish Music Awards’a aday gösterildi. “Eymen” isimli şarkınız da hem “Yılın En İyi Şarkısı” hem de “Yılın En İyi Bestesi” dallarında Roots kategorisinde yer aldı. Bu başarılar sana nasıl hissettirdi?

“Özgürüm Ben” çok sevildi. Enerjik ve güçlü bir sound’a sahipti. İlk konserlerde zaten o etkiyi hissetmiştim. “Eymen” ise “Çok Küstüm”den sonra yaptığımız ikinci single’dı. Bence Kalaha ile yaptığımız en farklı ve en ilginç sound’a sahip parçaydı. Özellikle gitaristimiz Niclas’ın baştan sona talkbox çalması, şarkıya özel bir kimlik kattı. Elbette bu başarılar çok mutlu ediyor. Özellikle de benim gibi bir anda kendini böyle büyük şeylerin içinde bulan biri için paha biçilmez duygular bunlar. Ama beni en çok sevindiren şey; Danimarka’da gerçekten emeğin ve yeteneğin karşılığını buluyor olması.

Aarhus Jazz Orkestrası, Kalaha ve birçok önemli müzisyenle birlikte kaydettiğiniz “Tutku” albümü şimdiye kadarki en iddialı ve maceracı albümünüz olarak tanımlanıyor. Tamamı Türkçe kaydedilen, 21 müzisyenin yer aldığı ve Danish Music Awards Jazz & Roots’ta dört farklı kategoride aday gösterilen bu albümün yaratım sürecini bizimle paylaşabilir misin?

Aarhus Jazz Orkestrası çok büyük bir oluşum ve onlarla çalışmak için ciddi kriterler var. Öte yandan bizimle çalışmak onlara da ilginç geldi. Benden başka Türk müzisyen yoktu ama orkestra Türk müziğine fazlasıyla hâkimdi. Kalaha olarak şarkıları kendi tarzımızda hazırladık. Sonra Danimarka Krallığı’na bağlı Det Jyske Musikkonservatorium sürece dahil oldu. Konservatuvar öğrencileri, albümdeki her bir parçaya aranjman yaparak bunu okulda ödev olarak sundular. Her öğrenci bir parça düzenledi, bazı parçalar ise iki öğrenci tarafından ortaklaşa düzenlendi. Bu öğrenciler bizimle stüdyoya girip hem bize hem de orkestra şefine müzikal olarak müdahale edebiliyorlardı.

Tüm orkestra üç gün boyunca bir stüdyoda konakladık ve öğrencilerin de eşlik ettiği bu süreçte albümü hücum kayıtla tamamladık. Gerçekten inanılmaz bir deneyim ve unutulmaz bir süreçti.

Türk melodilerini dünya sahnesine taşıyan yegâne albümlerden biri olduğunu düşündüğüm bu albümde, 80’ler synth-pop ve Anadolu psychedelic müziğinden beslenen, aynı zamanda uluslararası caz sahnesiyle birleşen tarz çok güçlü şekilde hissediliyor. Albümdeki dokuz parçalık repertuvar çok çeşitli tarzları içeriyor: folk, spiritüel caz, disco… Bu çeşitliliği nasıl deneyimledin?

Kalaha’nın tarzı zaten buydu yani; kuralsızlık. Ben de bu duruma kolayca adapte olmuştum. Bu albümü tek bir kategoriye koymak mümkün değil. Zaten bu yüzden şarkılarımızdan biri “en iyi roots”, bir diğeri ise “en iyi caz şarkısı” olarak aday gösterildi. Kalıpların dışında bir anlayıştı bu; benim için de oldukça geliştirici bir deneyimdi.

Senin için ‘Tutku’ kelimesi ne ifade ediyor?

Bu isim, yukarıda bahsettiğim albüm süreci içinde ortaya çıktı. Stüdyoda müzisyenlerin, runner’ların, öğrencilerin koşturmacasını gördüğümde “Albümün ismi Tutku olsun mu?” dedim gruba. Ne demek olduğunu sordular ve hemen “tamam” dediler. Çünkü o verilen emekler için her şeyden önce tutkuya ihtiyaç var. Geri kalan her şey bir şekilde halledilebilecek şeyler.

‘Perişan’ ve ‘Sultan’ single’larıyla kendi sesini daha net duyurduğun bir döneme girdin. Solo üretim süreci sana nasıl bir özgürlük getirdi?

Perişan, ilk single çalışmam ve bana bu yeni yolda çok şey öğreten bir deneyim oldu. Bu çalışmayla birlikte, hem kendim hem de ekibim için emek veriyor olmanın, çalışmalarımızı bir yerlere taşımaya çalışmanın ve odak noktasında olmanın getirdiği sorumlulukları keşfettim. Artık kendi müziğime kendi sözlerimi yazıyor ve kendi ismim için emek veriyorum. Bu üretim sürecindeki özgürlük ve rahatlık, elbette Sultan adlı çalışmamıza da yansıdı. İleride yayımlanacak parçalarda da bu özgürlüğün tadını çıkarmaya devam edeceğim.

Bu şarkıların da kısa sürede listelere girmesi, festivallerde sahne alma şansı yaratması seni nasıl etkiledi?

Süreç çok hızlı gelişti. Orhan Özgür ile birlikte bir şeyler yapmaya karar verdiğimizde, bunu gerçekten iyi bir orkestra ile yapmamız gerektiğini düşündük. Søren Bigum, Henrik Poulsen ve Søren Poulsen, Danimarka’da çok tanınmış, sevilen müzisyenlerin ekiplerinde yer almış, çok tecrübeli isimlerdi. Şarkılarımı böyle güçlü bir ekiple yapmak, müziğimin kendine has bir sound’a sahip olmasına yardımcı oldu. Galiba geçmişte Kalaha ile bütün Danimarka’yı turlamış olmam ve ekibimin gücü, bazı kapıların daha kolay açılmasını sağladı. Bu her ne kadar yeni bir başlangıç olsa da, bir yandan da kaldığım yerden devam ediyormuşum gibi bir his veriyor.

Yeni grubunla verdigin ilk konserinde neler hissettin?

Perişan’ı yayımladıktan bir süre sonra bir e-posta aldım; “7 Kasım’da bir festivalde çalmak ister misiniz?” diye sordular. Yaklaşık 35-40 günümüz vardı. Hepimiz çok yoğunduk ve elimizde yalnızca bir şarkı vardı. Düşündük ve “Yapalım,” dedik. Sadece 4-5 kez bir araya gelebildik ama bu süreçte 8 şarkı daha ürettik ve toplamda 9-10 şarkıyla o konseri çaldık. Gerçekten çok iyi geçmişti. Benim için her şey eskisinden farklıydı çünkü orkestradaki herkes müziği tamamen vokalimi yükseltecek şekilde çalıyordu. Bu konuda gerçekten çok iyilerdi ama ben buna alışık değildim. Eskiden sesimi tüm gücüyle kullanmama gerek olmuyordu. O gün bunun tadına vardım ve hâlâ tadını çıkarmaya devam ediyorum.

Müzikal ilham kaynakların çok geniş bir yelpazeye yayılıyor: Müzeyyen Senar, Erkin Koray, Tülay German, Aşık Veysel, 3 Hürel’den Sarah Qedimova, Azerbaycan halk müziği… Bu çeşitlilik kendi sound’unu nasıl etkiliyor?

Çocukluğumdan bugüne uzanan bir müzikal süreç bu isimler. Sadece müziklerini değil, yaşam öykülerini de inceliyorum. Buradaki radyo programlarında Erkin Koray, Okay Temiz ve Atilla Engin’i ele alan söyleşiler yapmıştım. Mesela Erkin Koray’ı Türk rock müziğinin babası olarak biliriz ama bana göre Türk rock, bildiğimiz rock türünden oldukça farklı. Örneğin "İlla Ki" şarkısının ikinci bölümünde bir anda uzun hava okumaya başlıyor. Bu gerçekten ilham verici bir şey.

Yakın gelecekte yeni projeler, albüm ya da iş birlikleri var mı? Biraz ipucu verir misin?

Evet, Eylül ayında yeni bir single yayımlamayı planlıyoruz. Belki de yeni yıldan hemen önce, belki de MIX Festival’den hemen önce bir single daha gelebilir. Albüm için acele etmiyoruz çünkü şarkılarımız sahnede çaldıkça gelişiyor. Ayrıca günümüz şartlarında benim gibi yeni bir ismin tüm kozlarını bir anda ortaya sürmesi doğru olmaz diye düşünüyorum. Yeni yılda, başka müzisyen arkadaşlarımla ve Danimarka’dan DJ’lerle de bazı çalışmalarım olacak.

Bir gün sahne almak istediğin özel bir festival veya birlikte çalmak istediğin bir sanatçı var mı?

Türkiye’de konser vermeyi her zaman çok istemiştim ama böyle bir sahneyle başlamak hayalimin de ötesinde oldu. Danimarkalı bir müzisyen olarak Roskilde Festival’de çalmak ise bir diğer büyük hayalim. Birlikte çalmayı en çok istediğim müzisyen ise Cahit Berkay ya da doğrudan Moğollar olabilir.

MIX Festival’de Türkiye’deki ilk konser… Bunu düşündüğünde ilk aklına gelen duygu ne? Heyecan mı, gurur mu, biraz tedirginlik mi?

Hepsi demek zorundayım. Türkiye’de konser vermek benim için en büyük mutluluk. Kendime ne kadar güvensem de bu duyduğum heyecanın bana ne getireceği meçhul. Ama kendimden sonra en çok güvendiğim şey, MIX Festival’i izlemeye gelecek topluluğun vizyonu geniş bir dinleyici kitlesi olduğunu düşünmem.

Uzun zamandır Türkiye’den gelen “Sizi burada da dinlemek isteriz” mesajları… Bu konserle o hayali gerçeğe dönüştürecek olmak senin için nasıl bir his?

Müziğe ilk başladığımdan beri en büyük hedefim buydu. İnsanların bana böyle mesajlar atması beni çok mutlu ediyordu ama şartlar "umarım bir gün olur" deyip beklemekten fazlasına el vermiyordu. Bu sözü MIX Festival sayesinde tutuyormuşum gibi hissediyorum. Hiçbir zaman umudumu kaybetmemiştim zaten ama böyle bir festivalle bu hayalimi gerçekleştiriyor olmak büyük bir lütuf.

BUNLAR DA İLGİNİ ÇEKEBİLİR