SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ: ZAMANI YAKALIYOR MUYUZ, YOKSA SADECE İZLİYOR MUYUZ?

“Saatin kendisi mekân, yürüyüşü zaman, ayarı insandır… Bu da gösterir ki, zaman ve mekân, insanla mevcuttur!”

Öyle midir gerçekten? Zaman insan olmadan da akıp gitmez mi? Zaman; hepimiz için aynı düzlükte ilerlerken, herkesin kendine dair zamanı -yani insanın ayarı- ona paralel şekilde akar gider. Bazı arkadaşlıkların bir son kullanma tarihi vardır, bazı ilişkiler zamanla şekillenir; bazılarıysa zamanla sona erer. Ama en zoru insanın kendisiyle çatışırken, bir belirsizliğin ortasındayken hayatın akıp gidişini izlediği zamandır.

Ahmet Hamdi Tanpınar’ın aynı adlı romanından uyarlanan Saatleri Ayarlama Enstitüsü, Serkan Keskin’in müthiş yorumu ve onlarca karaktere büründüğü tek kişilik performansıyla Zorlu PSM Turkcell Sahnesi’ndeydi. Sahneye adım attığınızda, yönetmen Serdar Biliş’in sinema ile tiyatroyu buluşturmak için tasarladığı rejisi sizi karşılıyor. Seyirci, dev ekranda kendi yansımasını izlerken merakla oyunun başlamasını bekliyor. Sahneye çıkan Serkan Keskin, tüm rahatlığı ve sükuneti ile oyuna başlıyor ve bizi Hayri İrdal’ın uçsuz bucaksız zihnin içine davet ediyor. Oyun içerisinde tek başına birçok rolü üstlenen Serkan Keskin’i sadece o an sahnede değil, aynı zamanda ekrandaki geçmiş görüntüleriyle de izliyoruz. Bazen Hayri’nin babası oluyor ekranda, bazen Hayri’nin kendisi, bazen halası. Hayri çevresinde olanları kendi bakış açısıyla anlatıyor seyirciye.

1961’de yayınlanan Saatleri Ayarlama Enstitüsü, Hayri İrdal’ın hayatı üzerinden; bireyin zamanla, kendisiyle, ötekiyle ve toplumun dayattığı düzenle kurduğu ilişkiyi ironik bir dille ele alıyor. Tanpınar’ın güçlü toplum eleştirileri ile ustaca kaleme aldığı roman günümüzde de geçerliliğini korumaya devam ediyor. Sürekli zamana karşı bir takıntısı olan ve romanlarında zaman kavramını merkeze alan Ahmet Hamdi Tanpınar, bu romanında da zaman temasını merkeze koyarak; hayatı ve bireyi, aslında 60’lı yılların alışık olmadığı bir biçimde sarkastik bir dil ile ele alıyor. Roman “Büyük Ümitler” , “Küçük Hakikatler” , “Sabaha Doğru” ve “Her Mevsimin Bir Sonu Vardır” isimli 4 bölümden oluşuyor. Ve bu 4 bölümün her biri farklı dönemleri temsil ediyor. Bölümler arasındaki Meşrutiyet’ten Cumhuriyet’e geçiş ile de Tanpınar aslında oyunun ana zeminindeki bir diğer konuyu işliyor. Doğu-Batı ve zıtlık kavramları. Güçlü sembollerin kullanıldığı romanda Hayri, doğup büyüdüğü toplumda zaman kavramına karşı kayıtsız, akışına bırakılmış bir yaşam sürerken, karşısına çıkan ve kendinin tam da zıttı olan Halit Ayarcı ile birlikte bir dönüşüm sürecine giriyor. Halit Ayarcı’nın öncülüğünde kurulan Saatleri Ayarlama Enstitüsü, modernleşme adına düzenlenen absürt bir sistemin içinde, bireyin ve toplumun zamanla kurduğu yapay ilişkileri gözler önüne seriyor.

“Persona bir anlamda toplumun beklentilerine göre şekillenir. Diğer yandan kişinin nasıl biri olmak istediği veya nasıl biri olarak görünmek istediğiyle de ilgili karmaşık bir sistemdir. Ancak bu gerçek kişilik değildir, kişi istediği kadar bunun gerçek ve samimi olduğunu iddia etsin yine de değildir. Personanın kendisini göstermesi de başlı başına bir sorun değildir, yeter ki göründüğün gibi olduğun fikrine kapılma. Ancak bunun ayrımına varamıyorsan tatsız çatışmalarla karşılaşmak sürpriz olmaz.”

(JUNG ON FILM, Interview with Dr. Richard Evans, Department of Psychology University of Houston in Zurich, 1957.)

Peki bu enstitütü neden var? Bu kadar çalışan, bu kadar büyük bir merkez gerekli mi? Saatleri ayarlamak için çalışan bu kadar çok insan ne yapıyor? İşte Hayri oyunun akışında tam da bunları sorguluyor. Bu enstitü bürokrasinin ve anlamsız düzenin bir metaforu niteliğinde. Aslında işlevsiz olmasına rağmen, sistem içinde önemli bir kurum gibi kabul ediliyor. Bu durum, modernleşme adı altında yapılan göstermelik değişimlere eleştiri niteliğinde bir sembol olarak seyircinin karşısına çıkıyor. Romanın merkezinde saatler ve zaman kavramı yer alıyor. Saat, bireyin ve toplumun düzenini simgelerken, zaman da modernleşme ve değişim sancılarının göstergesi oluyor. Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nün amacı saatleri ayarlamak gibi görünse de aslında zamanın kendisini kontrol etme çabasıdır.

“Bana bir şeyler söylediniz, anlamadım Bir cümle, bir iyi söz, gene anlamadım Doğrusu hiç anlamadım, siz ne demiştiniz Ben ne demiştim, ve çekip gitmiştim sonra Öyle ya niye hiç değişmedi bakışlarınız? BİTMEDİ DİYORUM BİTMEDİ ŞAŞKINLIĞIMIZ.”

  • Umutsuzlar Parkı, Edip Cansever

Edip Cansever’in bu dizelerini okuyunca Hayri İrdal’ın ruh hali aklıma geliyor. O da tıpkı burada olduğu gibi, bir şeyler duyuyor, cevap veriyor belki ama gerçekten anlıyor mu, yoksa anlamanın bir önemi var mı? İçinde olduğu dünyayı tam olarak çözemese de orada var olmaya devam etmek zorunda. Aidiyet hissi onun için ne ifade ediyor? Çekip gidiyor ama şaşkınlığı hiç bitmiyor. Hayri’nin hikâyesi de tam böyle değil mi? Hayri İrdal, başından sonuna kadar belirsizliklerin içinde savrulmak zorunda kalan bir karakter. Bir yandan geçmişe tutunurken bir yandan da kendisini değişen düzenin içinde buluyor. Ancak bu değişimin öznesi değil, yalnızca bir parçası olabiliyor. Çocukluğundan itibaren kaderini başkaları şekillendiriyor: Önce ailesi, sonra tesadüfler, en sonunda ise Halit Ayarcı. Hayri’nin zihni de tıpkı hayatı gibi düzensiz, karışık ve sürekli bir arayış içinde. Roman boyunca gördüğümüz en büyük meselelerden biri Hayri’nin kendi zamanını kontrol edememesi. Ne tam anlamıyla geçmişe ait hissedebiliyor, ne şimdide var olabiliyor ne de geleceğe karşı bir umut besliyor. Saatleri Ayarlama Enstitüsü, saatleri düzenleyerek zamanı kontrol altına almaya çalışıyor ama Hayri’nin hayatında zaman hep kayıp. Bu yüzden, onun karakteri aslında sistemin içinde kaybolan bireyin bir yansıması. O, ne tam anlamıyla bir figüran ne de bir kahraman. Kendi hayatında bile başrol olup olmadığını bilmiyor.

Oyunda bir Saatleri Ayarlama Enstitüsü var ama yok aslında. Ya da dünya da böyle bir kurum. Ama tam da oyunda resmedildiği gibi; yapay, sahte buna rağmen kendisini düzene kabul ettirmiş birçok şey var hayatımızın içinde. Oyunu izlerken aynı zamanda da okuyacağınız semboller, kendi zihninizde yeni kapılar açmanıza neden olacak.

Serkan Keskin’in performansı tam anlamıyla seyirciye bir ustalık gösterisi sunuyor. Sahne üzerindeki dönen düzenekte mekânlara kusursuz bir şekilde uyum sağlıyor, aynı anda ekrandaki görüntüleriyle senkronize oluyor. Üstelik sahnedeki dönen dekor sayesinde kıyafet değiştirerek 50+ farklı karaktere bürünüyor ve her birine kendine özgü bir ruh katıyor. Hiçbir karakter diğerine benzemiyor, hiçbirinde ötekinin izi kalmıyor. Bedenini, sesini ve ritmini kusursuz bir dengeyle kullanarak her sahnede büyüleyici bir akış ve matematik yakalıyor. Böylesine titizlikle işlenmiş bir oyunculuk, izleyiciye unutulmaz bir deneyim yaşatıyor.

Benim oyunda en sevdiğim karakter Abdüsselam Bey oldu. Abdüsselam Bey oyunda yalnızlığı ve içsel dünyasındaki hüzünle öne çıkıyor. Onun ve Hayri’nin çaresizliği, özellikle o sahnelerde derinden hissediliyor. Evde, hediye paketleriyle birlikte çocuklarını beklediği anların, Abdüsselam Bey’in hüzünlü ama bir yandan da umut taşımaya çalışan halinin izleyicinin kalbine dokunan bir tarafı var.

Oyunda yer yer Hayri’nin zihnini çözümlemeye çalıştığı psikanaliz sahnelerini de görüyoruz. Akıl hastanesinde olan Hayri, psikoterapistin zorlamasıyla rüya görmeye, “deli” olmadığını kanıtlamaya çalışıyor. “Ahmet Hamdi Tanpınar’ın romanın tefrikalarına koymadığı bir mektup var, orada yazdığına göre her şey adli tıpta geçiyor ve Hayri İrdal bir akıl hastası. Mektubu koymuyor tefrikalara.” diyor Serdar Biliş bir röportajında. Tanpınar bu mektubu tefrikalara koymasa da Hayri, bize yer yer Tanpınar’ın bu düşüncesini hissettiriyor. Sanki seyirci Hayri’nin zihninin içine girmiş ve orada olanları izliyormuş gibi dönen derin hikaye akışında, gerçek yaşam ve tiyatro arasındaki illüzyona kapılıyor ve 2 saat boyunca o akışta süzülüyor.

Serkan Keskin ise tek kişilik performansı hakkında hissettiklerini şu şekilde dile getiriyor:

“İlk başlarken çok yalnız ve çok korkunç bir şey çünkü hayatım boyunca tiyatroya hep kumpanya, ensemble gibi bir bakışım oldu. İlk defa tek başıma çıktığımda; her şey olabilir, mikrofon bozulabilir… Birisi yok yanımda yani ne yapacağım? 2.000 tane insan var ve sana bakıyorlar. O çok yalnız ve çok korkunç bir his. Kuliste tek başınasın, turnede tek başınasın, hep tek başınasın.”

Bu yalnızlık duygusu, aslında Hayri İrdal’ın dünyasıyla da örtüşüyor. Keskin, sahnede tek başına olsa da, izleyiciye güçlü bir yol arkadaşlığı sunuyor. Oyunu izlediğinizde Hayri’nin iç dünyası, en az sizin zihninizdeki sorular kadar karmaşık olduğunu göreceksiniz. Etrafını saran gariplikler, semboller ve tuhaflıklar içinde, zamanın ve mekânın nasıl büküldüğüne tanık olacaksınız.

“En zor şey, karanlık bir odada bir kara kediyi bulmaktır, özellikle odada kedi yoksa.”

  • Carl Gustav Jung
BUNLAR DA İLGİNİ ÇEKEBİLİR