TERÖRİZM: TOZ PEMBE Mİ HAYAT?

*Quand il me prend dans ses bras / il me parle tout bas / je vois la vie en rose. *

Edith Piaf’ın sözlerindeki gibi, hayatı tozpembe görmek. Tutkulu bir iyimserlikle tüm aksaklıklara, üzüntülere olumlu yaklaşabilmek. ‘Gerçekler acıdır’ın tam aksine, her şeyi pembe pamuk şeker tadında algılamak. İnanılmaz ütopik değil mi? Dünyayı, yaşamlarımızı, bugünümüzü, yahu sadece bir günümüzü dahi düşününce…

Bu izleyici izlenimi, distopikliğe göz kırpan işte bu ütopik pembeye dair. Odağımız, Bahçe Galata ekibinin yeni oyunu Terörizm. Sahiplendiği temaya uygun, yeni bir atmosfer yaratabilen kurmacalar -hele de sahne performansıyla sergileniyorsa- inanılmaz keyif veriyor. Eklemeden geçemeyeceğim, boşluksuz böyle bir yeni dünyayı sahnede kurabilmek, seyirciyi içine alan bir ‘ayrıksı’ atmosfer yaratabilmek hayli meşakkatli iş olsa gerek ki bu yaratımla öyle sık karşılaşılamıyor. Terörizm oyunu her şeyden önce bunu başarmış. Farklı epizotların hikayesinde farklı nesnelere dönüşen beyaz kutular ve pembenin türlü tonunda kostüm, aksesuarlar, distopik bir beyaz-pembe evreni sahneye taşımış. Üstelik oyunun adı Terörizm, anlattığı gündeliğimizin bir parçası haline gelmiş, handiyse normalleşmiş şiddet halleri. Önce bu zekice kurguyu alkışlıyorum.

Oyun epizotlardan oluşuyor demiştim, her epizot sanki bir yan hikaye anlatıyor ve bu yan hikayelerin kesişim noktası olduğunu oyun biterken çözüyorsunuz. Bomba ihbarıyla kapatılmış bir havalimanının bekleme salonunda başlayan oyunda beş uğrak mekanı var. Havalimanındaki birbirine benzemez profillerdeki yolcular ve kolluk güçleriyle yapılan panoramik açılışın ardından oyunun akışında; bir evin yatak odasında kocasını aldatan bir kadının varoluşsal kaygılarla tekinsiz hikayesi, modern bir ofiste bir intihar vakasıyla teşhir olan ‘ekip ruhu’ illüzyonu, bir park alanında iki yaşlı kadının spor yaparken yerel deyimlerle şahane kurgulanmış diyaloğuna kulak verdiğimiz cinayet planı ve bir askeri yapıda şehrin güvenliğinden sorumlu askerlerin ‘toplumsal’ sorgulamaları mercekleniyor. Dinamik akışta bir kara komedi izliyoruz. Dokuz oyuncunun karakterden karaktere büründüğü sahne, oyunculuk anlamında da hayli tatmin edici. Elbette özellikle iki yaşlı kadın epizodunun altını çizmek lazım.

Oyunun tanıtım yazısı, çok yerinde bir iz düşümü vermiş: “Zaten kendisiyle başı dertte olan, anlamsızlık, yetersizlik ve hissizlikle mücadele etmeye çalışan insanlar toplumsal düzeyde sarmalandıkları bu şiddetle beraber kendileri de şiddetin üreticisi haline gelirler.” Rus yazarlar Presnyakov Kardeşler tarafından 2000 yılında kaleme alınan oyunun yerli yerinde göndermelerle yerelleştirildiğini de eklemek lazım. Görsel dünyanın, görülme histerisinin hayatlarımız üzerindeki tahakkümünü sahneye taşımayı amaçladıkları, ya da benim öyle algıladığım, fona yansıtılan video/foto efektini de not düşeyim. Bu yöntem en iyi yol mu, pek emin değilim. Daha iyi yöntemler de olabileceğini düşünüyorum –dedi doyumsuz izleyici. Öte yandan yeni dönem ‘iyi olma halini güçlendirme’ araçlarıyla –pozitif enerjiler, tütsüler, yogalar, meditasyonlar, rehabilitasyon odası, nefes egzersizi gibi gibi- ilgili mizaha çok güldüğümü belirtmeliyim. Oyun seçimini, kurmacanın sahne kurgusunu –yani rejiyi-, canlı ses efektlerini, oyunculukları –özellikle Tülin Özen, Semih Ali Aksoy ve Defne Koldaş’ı-, metnin güldürme ve içimizi burkma potansiyelini ayrı ayrı alkışlıyorum. Emek verenlere minnetle…

BUNLAR DA İLGİNİ ÇEKEBİLİR