“Bağımlılıklarımızdan kurtulmanın bir yolu da bizleri bağımlı kılanlardan kurtulmaktır: İnsanlar, Mekânlar ve Nesneler…”
Zorlu PSM’de sahnelenen “İnsanlar Mekanlar Nesneler”, izleyiciyi klasik tiyatronun konforlu alanlarından çıkararak, zihinsel bir labirentin tam ortasına yerleştiriyor. Duncan Macmillan’ın metni, sahnedeki karakterden çok, onun iç dünyasıyla bizi karşı karşıya bırakıyor. Yönetmen İbrahim Çiçek’in yorumuyla metin sadece sahnelenmiyor; seyircinin zihin arka planında yankılanıyor, rahatsız ediyor, tetikliyor, sorgulatıyor.
Nina, Emma ya da Sarah… Hangisini kabul ederseniz, o bir oyuncu. Hem sahnede hem de kendi hayatında sürekli bir rolün içinde. Bir adı bile yok aslında; kime, ne zaman, ne söylediği belirsiz. Kendini tanıtan cümleleri bile inşa edilmiş birer maske gibi. Onu tanımaya çalışanlar, sevmeye çalışanlar bile bu kurgu duvarına çarpıyor; çünkü o, en temel gerçeğini — adını, geçmişini, kimliğini — paylaşamayacak kadar dağılmış, kendinden uzaklaşmış bir yerde duruyor. Yalan onun hayatta kalma biçimi haline gelmiş. Kendisini sürekli yeniden yazarak, kurban rolünün içine sıkıştırmış. Onun için her şey bir hikâye olabilir ama gerçek asla olamaz. Çünkü gerçek olan can acıtır; ve o, acı çekmenin tek yolu olduğunu zannediyor. Kendi içinde kurduğu o karanlık anlatıda, yardım edilemeyecek biri olmayı seçiyor adeta. Sanki acı çeken biri olarak kalırsa, kimse ondan bir şey beklemez, kimse ona ulaşamaz. Bu yüzden çevresindekilerin uzattığı her eli reddediyor. Çünkü iyileşmek, kendini çıplak bırakmak anlamına geliyor. Oysa o, yıllardır kendi yaralarının arkasına saklanarak var olmayı öğrenmiş. Karşımızda artık bir "karakter" değil, arızalarıyla, çelişkileriyle, korkularıyla var olan bir insan var. Gerçekle kurmaca arasında, geçmişle şimdi arasında, kim olduğunu unutmamakla kim olmak istediğini bilememek arasında sıkışmış bir zihin.
Merve Dizdar’ın performansı oyunun kalbini taşıyan en güçlü unsurlardan biri. Sarah’ın gelgitli ruh dünyasını, öfkesini, savunmalarını, özlemlerini ve kaçışlarını içten bir biçimde yansıtıyor. Sahnedeki duygusal yoğunluk doğrudan seyircinin zihnine ve bedenine sirayet ediyor. Dizdar, Sarah’ın altından kalkmakta zorlandığı her durumda seyirciyi de aynı sıkışmışlık hissiyle baş başa bırakıyor. Karakterin kurduğu karmaşık savunma mekanizmaları, yalana ve kaçışa sığınma hali, sahici bir etkiyle sahneye taşınıyor. İzleyici kimi zaman neye üzülmesi gerektiğini bile bilemez hale geliyor. Çünkü o yalnızca Sarah’ı oynamıyor; Sarah’ın dünyasında yaşatıyor bizi. Kontrolü kaybettiği anlarla kendine çeki düzen verdiği sessizlikler arasında pürüzsüz geçişler yapıyor. Oyunculuğu yalnızca teknik değil, sezgisel bir yerden de besleniyor.
Sahne tasarımı, fiziksel bir rehabilitasyon merkezinden çok, Sarah’ın zihinsel enkazını andırıyor. Ceyda Balaban’ın tasarımı, keskin sınırlar yerine geçişkenlik sunuyor: karakterin gerçeklikle olan bağları gibi. Sahnenin sürekli hareket halinde olması ve bu geçişken yapısı, izleyiciyi doğrudan Sarah’ın zihnine taşıyor; böylece oyun durağanlıktan kurtuluyor. Aksi halde, özellikle iki perdelik bir yapı düşünüldüğünde, anlatı kolaylıkla tekdüze hale gelebilir, seyirci sıkışmış hissedebilirdi. Oysa bu dinamik yapı sayesinde seyirci karakterin iç dünyasına çok daha kolay adapte oluyor. Sahne tasarımı ve müzikler aracılığıyla izleyici sadece hikayeye tanık olmuyor, aynı zamanda hikayeyi karakterle birlikte yaşıyor. Işık ve ses kullanımı ise karakterin iç sesleriyle yüzleşme anlarını neredeyse fiziksel olarak hissettiriyor. Taner Güngör’ün koreografik dili de oyunun ritmine düşünsel bir eşlik sağlıyor.
İzleyici olarak bu oyunu izlemek, sadece bir hikâyeye tanıklık etmek değil; o hikâyenin içine çekilmek. Sarah’ın “temizlenme” çabası, yalnızca bir bağımlının iyileşme süreci değil; aynı zamanda bir bireyin kendine yeniden yaklaşma mücadelesi. Bu noktada oyun, sadece bir karakter portresi olmaktan çıkıyor.
"İnsanlar Mekanlar Nesneler", bağımlılığı didaktik bir çerçevede anlatmak yerine, onun ruhsal, toplumsal ve varoluşsal katmanlarını açığa çıkarıyor. Seyirciyi edilgen bir gözlemci olarak bırakmıyor, onu zihinsel, duygusal ve etik bir alana çağırıyor.