KALABALIĞIN DUASI: NİZAM-ÜL KEŞMEKEŞ

‘Hikâyen varsa yaşarsın, hikâyen yoksa sen de yoksun’ diyor bir meczup. Ve sonra bin yılların hikâyesine tanık olmuş, hikâyelerin kendisi oluvermiş bir efsunlu şehri, İstanbul'u alıyor da koynuna simadan simaya girerek anlatıyor 'ilk hikâye’sini. Nizam ve keşmekeşin savaşımı, müthiş işgalci bekleme hallerinin arasında zuhur ediyor. Sırlarla ve sırrı bozuklarla dolu bir anlatı.

Kalabalık Duası oyunu üzerine her yazılan şahsi olurmuş gibi geliyor bana. Zira şahsi bir deneyim yaşamadan oyunu takip etmek, izlemek mümkün değil sanki. Yani bir kapılırsanız, oyunun akışına, kendinizi bırakmamanız, mesafeyle izlemeniz namümkün bence. Oyunun isminin de çağrıştırdığı gibi, kalabalığın ortaklığında ancak bir dua kadar kişiye özel, biricik.

Güçlü, lezzetli bir metin, çok yüksek bir oyunculuk performansıyla birleşiyor, ortaya çok keyifli bir seyir çıkıyor. Hele bir bölüm var ki izleyici izlenimimi coşkulu bir mertebeye taşıdı: Kubar sahnesi. Kubar dumanıyla bir hayalet misali İstanbul'un çöküntülerine ve dahi yükseklerine seyahatimizi mümkün kılan o bölüm... Ah o bölüm var ya... Kurmacanın ve sanatsal aklın oyunculuk yeteneğiyle birleştiği muazzam parlak bir an. Müstakbel izleyici, sadece bu paydaşlığı deneyimlemen için dahi Kalabalık Duası’nı görmeni ısrarla öneririm.

Burada Roland Barthes’in ‘punctum’ kavramına bir pencere açmak isterim; sinemada/tiyatroda, kapsayıcı bir çatı olarak bir kurmacada bizi çarpan o detay, bizi o sahneye kilitleyen, kendine çeken öğe. Barthes punçtum terimini, fotoğrafı incelediği Camera Lucida kitabında tanımlıyor. Tanımlamanın yapıldığı bölüm, Kalabalık Duası’nın bahsettiğim kubar sahnesini anlatmak için yazılmış gibi:

“Bu öğe sahneden yükselir, bir ok gibi dışarı fırlar ve bana saplanır. Bu yarayı, bu diken batmasını, sivri uçlu bir aletle yapılan bu izi anlatan Latince bir sözcük var: bu sözcük benim durumuma daha da iyi uyuyor, çünkü bu sözcük hem delme kavramına gönderme yapıyor hem de sözünü ettiğim fotoğraflar aslında delinmiş, hatta bu hassas uçlarla delik deşik olmuşlar; bu izler, bu yaralar kesinlikle birer noktadır.” (alıntılayan Sercan Özinan, s.30, Roland Barthes’ın ‘Studium’ ve ‘Punctum’ Kavramlarının Oyuncunun Karakter İnşasındaki Karşılığı)

Nizam ve keşmekeş çelişkisi içine fırlatıldığımız bu dünyada hayat irrasyonel bir mevhum. İçinde yaşadığımız zaman diliminde, zamanın ve mekânın, hayatın her bir köşesine, kuytusuna hâkim olma ihtimalimiz yok. Üstelik hem çok coşkulu hem de delik deşik edici, sert bir deneyim bu yaşamak dediğimiz. İşte kurmacalar, bizim hâkim olamadığımız unsurları, bağlantıları da içeren muazzam tasarımlar. Zihnimizi hem elektiriklendiren hem de ona bir anlam alanı sunarak sakinleştiren bir tasarım. Bu nedenle de delirmelerimizi demirleyebileceğimiz sakin bir liman, nefes daralmalarımıza ferah bir hava, akıl sağlığımıza bir ihtiyaç kurmacalar. -Buradan, kıymetli hocam Beliz Güçbilmez’e selam olsun.- İşte Kalabalık Duası, içine doğduğumuz bu kaosa tutulmuş bir ışık. Yoğun ve karmaşık metin, tam da bu kaotik varoluşun iz düşümü. Oyunun içindeki yolculuğumuz yoruyor evet, düğümleri teker teker atıyor, eş zamanlı olarak da düğümlendiğimiz yerleri idrakımıza katkı sunuyor.

Şimdi biraz silkeleniyorum ve Kalabalık Duası’na hayat veren ekibe bir göz bakmak istiyorum. ‘Şatonun Altında’ oyunuyla sanıyorum hepimizin hayranlığını toplamış olan Fiziksel Tiyatro Araştırmaları ekibi, ilk temsilini 2020 yılında sahneye koyduğu Kalabalık Duası oyunuyla ikinci nişanesini kazanmış diyebiliriz. 70 dakikalık izleme deneyimimiz, edebi olanla teatral olanın estetik birlikteliğine tanıklıkla şekilleniyor. Volkan Çıkıntoğlu’nun güçlü kalemi, Güray Dinçol’un yaratıcı rejisi ve Tolga İskit’in soluk kesici oyunculuğu sahnede tek beden oluyor. Her biri oyunun içine başarıyla monte edilmiş minimal objeler, grotesk ve clownesk karaktere uygun bir kostüm ve makyaj, etkileyici ışık, hayli dozunda müzik efsunlu bir dünyanın sahnede kurulmasını sağlıyor.

Oyun yazarı Volkan Çıkıntoğlu, İstanbul’un 8 bin yıllık hafızasından cımbızladığı anekdotlar, toplumsal hafızaya göndermeler üzerine inşa ederek, çağdaş ve gelenekselin çatışmasını mizahi öğeler içeren bir dille ortaya koyuyor. Başkarakterimiz Hamuş, alnımızdaki sırrı çözmek için çıktığı yolculukta, Balatlı Abdullah Efendi ile Üsküdarlı Cüce Rıfkı arasında, nizam mı yoksa keşmekeş mi sorgusunda salınıyor. Hamuş’un iç karmaşası, karmaşıklığıyla müphem İstanbul’la iç içe anlatılıyor. Şehir sanki ikinci bir başkarakter. Öyle ki arayışına giriştiğimiz alnımızdaki sır, bu şehrin sırrıyla içkin. Beni cezbeden bir diğer öğenin, metinler arası diyalog anlamında, pek sevdiğim İhsan Oktay Anar kaleminin atmosferini oyunda hissetmem olduğunu belirtmeliyim.

Fiziksel Tiyatro Araştırmaları ekibinin beden, hareket ve performans odaklı sahneleme şekli böylesine yoğun bir metin için biçilmiş kaftan bence. Ekip Kalabalık Duası oyunundaki deneyimlerini şu sözlerle anlatmış: “Güncel ve gelenekseli, akılcıl ve mistik olanı, delilik ve bilgeliği İstanbul fonunda merkeze alan bu hikayede yine anlatıcı oyuncuyu, oyunsu enerjiyi, coşkuyu ve teatral hakikati araştırdık.” Tolga İskit’in bu stilin hakkını hayli teslim eden anlatıcı enerjisi, seyirciyle etkileşimi, beden kullanımını alkışlamak gerekiyor. Ortaoyunu, meddahlığa göz kırpan performans ise bence anlatıyı ‘bizden’ kılıyor.

Bir iki kelam da, 'ne olsa daha da büyülü olurdu'ya dair... Giriş bölümü fazla mı dağınık acaba dedim kendime. Biraz daha kısa mı tutulsaydı acaba? Ya da biraz daha az mı referansla? Bilinçli de yapılmış olabilir tabi. Ancak ilk 10-15 dakikadan sonrasında oyunun içine girebildiğimi ve bu paydaşlıktan haz aldığımı belirtmeliyim. İkinci olarak da biraz daha ek, minimal dekor öğeleri olsa mıydı acaba dedim. Mesela o muhteşem kubar bölümünde, ufak bir sis. Evet, son dönemde yaygın eğilim, az dekor, sade reji. Öte yandan, özellikle de tek kişilik oyunlarda ve böyle yoğun bir metinde, biraz daha dekor oyuncu ve paralelinde izleyicinin oyunla hemhal olurken daha odaklı olmasını sağlıyor sanki.

Bu efsunlu deneyim için emek veren herkese şükranlarımı sunuyorum.

Kurmaca, sen iyi ki varsın!

Bir de oyun bittiğinde, kaçınılmaz çağrışarak aklımda yankılananı not düşmeliyim;

ben olmayınca bu güller, bu serviler yok.

kızıl dudaklar, mis kokulu şaraplar yok.

sabahlar, akşamlar, sevinçler, tasalar yok.

ben düşündükçe var dünya, ben yok o da yok!

Ömer Hayyam

BUNLAR DA İLGİNİ ÇEKEBİLİR