Bıçağın ucundaydı insanların hafızası “İnsan unutandır ve insan unutulmaya mahkûm olandır.” Tanrı şöyle derdi o zaman: Ah!
- Didem Madak, Ah’lar Ağacı
Serhat Yiğit’in kaleme aldığı Işıl Kasapoğlu’nun yönettiği Aşk Biter mi? oyunu, iki eski sevgilinin yıllar sonra yeniden karşılaşmasıyla başlayan bir yüzleşme hikayesini sahneye taşıyor. Kerem Alışık ve Evrim Alasya’nın canlandırdığı iki eski sevgili, yıllar sonra bir kafede yeniden karşılaşıyor. Kadın, kendi doğum gününü her yıl tek başına kutlarken, adam onu tam da o gün aynı yerde buluyor. Ancak bu karşılaşma bir mutluluktan çok bir hesaplaşma anına dönüşüyor.
Bu yüzleşme yalnızca iki kişiye ait bir geçmişle sınırlı kalmıyor; oyun, edebiyatın unutulmaz aşklarına da kapı aralıyor. Attilâ İlhan’dan Didem Madak’a, Cemal Süreya’dan Ahmed Arif’e uzanan hikayeleriyle, bitmek kavramını yalnızca bir ilişkinin sonu olarak değil; zamanla, insanla ve değişimle birlikte dönüşen bir hâl olarak sahneye taşıyor. Oyun, “bitmek” kavramı üzerine kurulu bir anlatıyla; zamanın, ilişkilerin ve insanın içsel dönüşümünün nasıl “tamamlandığı” ya da “tükendiği”ni de irdeliyor.
“İki kişi, ilişkilerini, onu olduracak kadar kuramazlar; ama öldürecek kadar bozabilirler, yaptıklarıyla.”
- Oruç Aruoba, İle
Benim oyunda en sevdiğim kısım, çok sevdiğim bir şair olan Attilâ İlhan ve onun aşkı Maria Missakian’ın hikâyesi. Bu bölüm, hem şiirsel hem de nostaljik bir tarafa götürüyor seyirciyi. Paris’te tanışan bu ikilinin ilişkisi, farklı kültürlerin, zamanın ve koşulların arasında sıkışmış bir aşk hikâyesi. İlhan o yıllarda genç bir öğrenci; Maria ise Ermeni kökenli, kendi içinde kırılgan ama güçlü bir kadın. Tanışmaları, Paris’teki bir kafede, yağmurlu bir sonbahar gününde gerçekleşiyor. Belki de Attilâ İlhan’ın Paris’teyken sık sık gittiği Saint Michel çeşmesinin hemen çaprazındaki Depart Cafe‘de. Maria’nın ona ilk sorduğu soru, “Siz Türk müsünüz?” oluyor. Bu basit cümle, aralarındaki hem yakınlığın hem de mesafenin başlangıcı. Benim en sevdiğim bölüm de bu kısımdı. Çünkü hem İlhan’ın hem Maria’nın hikâyesi, “bitmek” kavramının en sade ve insani hâlini gösteriyor. Zamanla kopan ama duygusal olarak hiçbir zaman tamamlanmayan bir ilişkinin, kelimelere değil, suskunluklara dayanan bir anlatımı var burada.
“yine akşam oldu attilâ ilhan üstelik yalnızsın sonbaharın yabancısı belki paris’te maria missakian avuçlarında bir çarmıh acısı gizlice bir sefalet gecesi çocuğunu boğarmış gibi boğup paris’i sana kaçmayı tasarlar her akşam.”
- Attilâ İlhan, Yağmur Kaçağı
Dekor ve ışık tasarımı da oyunun atmosferine uygun bir biçimde kullanılmıştı. Sahnedeki büyük ağaç, düşen elmalar, yağmur efekti ve kafe masalarıyla kurulan atmosfer, izleyiciyi bir açık hava mekânına taşır gibi. Gerçekçi detaylar ve ışığın doğru kullanımı sayesinde sahne, bir an için tiyatro salonunun dışına taşan, yaşayan bir alana dönüşüyor. Bu görsel bütünlük, oyunun şiirsel dilini destekliyor.
Oyun boyunca seyirci, iki karakterin geçmişine dair ipuçlarını parça parça öğreniyor. Neden ayrıldıkları, aralarındaki kırgınlığın kaynağı ve Evrim Alasya’nın yıllar sonra bile neden öfkesini koruduğu, sonlara doğru netleşiyor. Tüm bu anlatı şiirlerle, müziklerle ve diyaloglarla iç içe geçiyor. Bu yapı, klasik bir tiyatro anlatımından çok, şiirsel bir sahne dili oluşturuyor.
Sonuçta “Aşk Biter mi?”, aşkın sadece iki kişi arasında değil, zamanla, hafızayla ve sözle de yaşadığını hatırlatıyor. Oyunun sonunda herkes kendi “bitmek” tanımına yeniden bakıyor. Kimine göre bitmek son, kimine göre dönüşüm.