İzleyenin, hayran kaldığı bir performansı anlatması, içine giremediği bir işi anlatmasından çok daha zor oluyor. “Ölüyor Mu Ne?” oyununa dair bu naçizane #izleyicizlenimi yazısını yazmak, hele de bu gümbürtülü gündemde pek kolay olmadı. 19 Mart'ın hemen öncesinde izlediğim oyunun sonunda beni esir alan çığlık atma isteği sanırım hala içimde. Şu son bir ayda yer yer o çığlığı koy verebilmiş olsam da yetmiyor, geçmiyor...
Evet, Şahika Tekand ve Studio Oyuncuları hakikaten mevcutta aklımın perdeleri ardında yaşayageldiğim bir diyardan sesleniyorlar bana. Bu oyunda da aynısı oldu... Bu defa, tanrıların tanrısı Zeus ve hizmetçisi Sisypha ile kuruldu sahne. Sahne düzeni her zamanki gibi oldukça minimal fakat çarpıcı. Göz alıcı hiçbir unsur yok; sahne sadeliğiyle bizi repliklere, oyuna odaklanmaya yönlendiriyor. Öte yandan mitolojik diyaloğa eşlikçi, çağdaş dünyanın kaba gerçekliği de bu dekorda sembolize oluyor. Sahne zemini ve çevresi düz, tanrıların yaşadığı yerin ışıltısından ziyade, onların insanileşmiş hâllerine uygun bir soğuklukta. Oyuncuların kıyafetleri de bu temaya paralel biçimde işlevsel ve simgesel: Zeus’un giysileri –kırmızı renkte bir bebek tulumu– oyunun geçtiği zamanda artık otoriteyi değil, acizliği, yetersizliği yansıtıyor; Sisypha’nın kostümü ise hizmetçiliğin ötesinde, emeğin, direnmenin metaforu gibi.
Efendi Kim, Köle Kim?
Tanrılar dağı bereketli Olimpos’ta değil, günümüzün kaygılarla örülü zihinsel dağarcığında kurulu bir sahne karşımızda. Şahika Tekand’ın yönettiği "Ölüyor mu Ne?", mitolojiden beslenerek bugünün bireyine ve toplumuna ayna tutuyor. Oyunun merkezine yerleştirilen Zeus karakteri, hem kudreti hem çaresizliğiyle, geçmişin tanrısal gücünü değil, bugünün insanına özgü bocalamayı aynalıyor. Çok biricik ve kibirli, çok yalnız ve zavallı. Yanındaki Sisypha ise bildiğimiz mitin aksine, taşı yukarı itmeye mahkûm olan değil; başkalarının yüklerini taşımayla yükümlü, yorgun ve nihayetinde öfkeli olan.
Burada zekice bir yapı bozumu dikkat çekiyor. Oyunda Zeus, geleneksel anlamda “efendi” figürünü temsil eder gibi görünse de, bu temsil ilk sahneden itibaren yerle bir oluyor. Ölümsüz tanrı, ölen hayatla birlikte kendi sonundan gizli bir endişe duyuyor. Kaygılarla ürkmüş Zeus’un akılsızlığı, kendini tekrar eden boş feveranları, gücün sadece görüntüde kaldığını gösteriyor. Otoritesi yüzeysel, sözleri içerikten yoksun. Zeus’un kudretiyle değil, zavallılığıyla karşı karşıya kalıyorsunuz. Buna karşılık, Sisypho’nun konumu görünürde "köle", hizmetçi: cezalandırılmış, sonsuz bir döngüye mahkûm edilmiş... Ancak aklı, diğer kimselerle teması, olaylara dair farkındalığı ve zaman zaman bu farkındalıktan kaçma çabası, onun varoluşuna derinlik katıyor. Sisypho, hem kendi durumunun hem de sistemin farkında; yani bilinç sahibi ve acı çekiyor. Bu bilinç ile bilinçsizlik karşıtlığı, efendi-köle dikotomisini bir nevi tersine çevirmiş. Burada efendi, bilmeyen; köle ise bilen konumda. Bu terslik sanıyorum, Hegelci diyalektiğe de bir gönderme niteliğinde: bilincin gelişimi, aslında bu çatışmalı ilişkiden doğar. Tekand’ın sahnede kurduğu bu gerilim, şu soruyu sorduruyor: Efendi kim, köle kim?
Mitolojiden Kapitalizme, Döngüde İnsanlık
Oyun metni birçok felsefi soruyla dolu; yer yer alaycı, ironik bir dille günümüz toplumunu eleştiriyor. Ev, iktidar, erk, evlilik, savaş ve tanrılık/muktedirlik gibi kavramlar, Zeus’un iç sesi üzerinden dile geliyor. Bu noktada metin, tanrıları değil, insanları konuşturuyor. Yalnızlık, yük, sorumluluk ve ölüm gibi varoluşsal temalar, mitolojik figürlerin ağzından ancak günümüz insanının derinlikleriyle ya da sığlıklarıyla işleniyor. Çağdaş dünyada ilerleme kisvesi altında yaşanan kısır döngü; oyunun satır aralarında kapitalizmin içsel çöküşüne dair güçlü bir eleştiri olarak yankılanıyor. Döngüsel tekrarın içine sıkışan, kıyametine koşan biçare insanlık… Oyunun sonundaki uzun ve vurucu repliği ayakta alkışladığımı ayrıca belirtmek isterim.
Performatif Sahneleme: Zaman-Mekân-Beden Üçgeninde
Tekand’ın kendi geliştirdiği Performatif Sahneleme ve Oyunculuk Yöntemi, bu oyunda kusursuz bir matematikte işliyor. Replikler, gündelik bir diyalogdan ziyade ritmik bir yapı içinde, zaman zaman dansa, zaman zaman müziğe dönüşüyor. Oyuncuların sesleri ile çıkardıkları mekanik sesler, elektronik komutlara uyum sağlayan birer beden-makine gibi işliyor. Özellikle oyuncuların konuşma biçimi ve beden ritmi arasındaki senkronizasyon, sahneye komut veren dış sesle bütünleşiyor; seyirciyi yalnızca izlemeye değil, rahatsızlık hissiyle birlikte bu mekanik müzikal akışı içselleştirmeye çağırıyor.
Bu yöntem, yalnızca bir estetik tercih değil, aynı zamanda bir sahne kuramı. Performatif Oyunculuk Yöntemi, aktörün sadece sözle değil, beden ritmiyle de anlatım gücünü pekiştirdiği; zamanı, mekânı ve duyuyu yeniden kurduğu; seyirciyi zihinsel olarak sahneye dahil eden bir yapıyı tarif ediyor. Tekand’ın bu yaklaşımı, oyuncuyu metni aktaran bir araç olmaktan çıkarıp, ritmin ve anlamın ortak yaratıcılarından biri haline getiriyor.
Oyuncular Arda Kurşunoğlu (Sisypha), Ahmet Sarıcan (Komut Oyuncu), Nedim Zakuto'nun (Zeus) beden kullanımı, Tekand’ın yöntemiyle hayli uyumlu. Özellikle Zakuto’nun Zeus yorumu, karakterin ruhsal dağınıklığını beden diliyle başarıyla aktarıyor. Sandalyesine bağımlı, güçlerini kaybetmiş bir tanrı-kral; o koltuktan azade hareket edemiyor, dışarıdan gelen komutlardan azade koltuğunu konumlandıramıyor. Arda Kurşunoğlu’nun Sisypha’sı ise hem mizahi hem dramatik bir yük taşıyor; arada sıkışmış, ama sahneye özgüvenle yerleşmiş bir performans sergiliyor.
Şahika Tekand yalnızca bir yönetmen değil, aynı zamanda çağdaş Türk tiyatrosunda sahneleme biçimini yeniden tanımlayan bir düşünür. 2024’te 26. Afife Tiyatro Ödülleri'nde “On Adımda Unutmak” oyunuyla Yılın En Başarılı Hareket Düzeni ödülünü kazanması benim nezdimde kaçınılmazdı. Bu disiplinli sahne estetiğini başka bir yerde görebildiğimi söyleyemeyeceğim. Ve bu oyunda da beden, zaman ve ses öğeleri, anlatının taşıyıcısı konumunda. Oyuncu metni değil, zaman-mekân-ritim üçgenini taşıyor. Ve bu muazzam bir kompozisyon ortaya çıkarıyor.
Evet, hayran kaldığınız bir işi anlatmak zordur, çünkü hep bir şeyleri eksik bıraktım kaygısı yaşatır. “Ölüyor mu Ne?” üzerine yazarken hissiyatım hem coşkulu hem de kaygılı. Son sözüm şu olsun; izlediğimiz yalnızca bir tiyatro oyunu değil; bir bilinç akışı, bir çağdaş ağıt. İzleyicisini pasif konumdan çıkararak, onu düşünen, sorgulayan ve kendiyle yüzleşen bir özneye dönüştürüyor. Bir nevi kendi mitinizle yüzleşme yaşıyorsunuz, benimki böyle bir deneyimdi. Ve evet, zihniniz çığlık atarken, bunu herkese duyurma arzusuyla koltuğunuzdan kalkabiliyorsunuz. Ve evet, bu çığlığı etrafa duyurmak için bir şevk, bir güç hissediyorsunuz.
Teşekkürler Şahika Tekand ve Studio Oyuncuları!