MERDİVENSİZ ÜÇ KATLI BİR BİNADA MIYIZ?

Olmuş bitmişler, olmakta olanlar, olacak olanlar… Hepsinin bütünlendiği kavram zaman. Zamanı lineer bir düzlem olarak algılayan modern zihnimiz, birbiri içine geçmiş zamansallıklara ekseriyetle aymıyor. Çizgisel olanı, ilkokulda bellediğimiz sayı doğrusu benzeri; hep ileri, gelişimli, ‘+’ ve yepyeni olarak algılama eğilimde değil miyiz? Oysa içimizde de hep bir geçmişe özlem, bir nostalji severlik… ‘Ah o eski güzel Taksim’, ‘biz çocukken pop şarkıları bile anlamlıydı’, ‘televizyonda bir kukla şovlar vardı ki asıl hiciv ordaydı’, ‘gündelik dilde bu kadar yabancı terim kullanmazdık’, ‘komşuluk vardı, komşuluk’ ‘birbirimizin halini hatırını sorardık’ vs vs. Geçmişte, inanmak istenen bir ‘ahlaklılık’; gelecekte tedirgin eden bir ‘güvensizlik’ hasıl sanki. Her iki hal de çelişkili. Acaba tüm toplumlarda böyle midir, yoksa bize mi mahsus bilmiyorum, çok merak ediyorum.

Bu #izleyicizlenimi, son dönemin en merak edilen, en takdir edilen, en değişik bulunan, en ayakta alkışlanan tiyatro oyunu #SaatleriAyarlamaEnstitüsü’ne dair. Peki, zamana dair algı sorgulaması içeren bu girizgah niye? Çünkü işte bu zaman mevhumuna, zaman-toplum-modernleşme ilişkilenmesine en zekice bakmış, edebiyatımızın kült eseri Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nün tiyatro uyarlamasından bahsediyoruz. Son söyleyeceğimi ilk söyleyeyim, türlü yaratıcılıkla bezenmiş zengin sahneleme, 'insanüstü' denebilecek yüksek performans sahnede harika bir şov sunuyor, evet, ancak bu uyarlamanın romandaki özü sahnelemediğini düşünüyorum. Belki de zaten böyle bir hedefle oyun sahneye konulmamıştı, benimkisi bir tür obsesyon, olamaz mı, olabilir.

Bir edebiyat eserinin tiyatroya uyarlaması, eserin özünü ve derinliğini koruduğunda uyarlama lezzetini verebiliyor bence. İzlediğim oyunda, özgün eserin atmosferi ve temel mesajlarının bir arka plan motifinden öteye geçmediğini algıladım. Ve bu algı çok temel bir hayal kırıklığı yaşattı. Biraz romandan bahsetme ihtiyacı duyuyorum; Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nü neden bu denli önemsiyorum? Çünkü en temelde, geçmişi etraflıca değerlendirmeden bugünü algılayamayacağımızı, bugünün iradesine hakim olan retoriği sorgulama zorunluluğunu, toplumsal değerlerin tarihselliğini, hafızanın önemini idrak ettiren eserlerden biridir. Değişim bugünden yarına, sihirli değnekle mümkün olmaz. ‘Şimdi’, dünden ve yarından bağlantısız tanımlanamaz. Aksine ikna olursak, hakikat manipüle edilebilir hale gelir. Merdivensiz üç katlı bir bina mimarisi gibi işlevsizleşir.

Hayri İrdal karakteri, bizim coğrafyamıza has, orijinalinden 200 sene kadar sonra -1954’te- kurgulanmış bir tür Candide benim algımda. Naif bir dille kendi anlattığı hikayede, yaşadığı serüveni, absürtlükleri kimi zaman normalleştirip, kimi zaman onlara şaşırarak yansıtan hayli güçlü bir satirik karakter. Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nün Hayri’si, Candide kadar optimist değil, çünkü dünya topyekûn savaşların sarsıntısını taşıdığı iki kutuplu bir tarihsel dönemde, sermaye hakimiyetinin galip çıkacağı bir paradigma değişiminde. Üstelik coğrafya da Fransa değil; Fransa’nın dahil olduğu Batı’ya katılma çabasında, değişimi giyinmeye çalışan genç cumhuriyet Türkiye. Dolayısıyla Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nün hikayesi, güçlü alegorilerle örülerek, geçmiş-bugün-gelecek prizmasında Hayri İrdal’ın ağzından şekilleniyor. Kurgusal bir enstitünün etrafında dönen absürt olayları anlatırken Tanpınar, modernleşme, zaman algısı, toplumsal değişim ve bu değişimin etkisinde öznel kimliklere dair sorgulamaları bence hayranlık uyandırıcı bir satirle ifade ediyor. Ne kadar anlatsam bir şeyleri eksik bıraktığım hissiyle romana dair meramımı noktalıyorum.

Gelelim oyuna, romandaki bu zaman-toplum-modernleşme ve hatta hakikat algısına dair derinliği oyunda bulamadığıma hüzünlendiğimi yukarda belirtmiştim. Büyük bir beklenti ve heyecanla izleyici koltuğuna oturmuş olmam da bu hüzünlü sona etki etmiş olabilir. Öte yandan sahnelenen performansa hayran kalmamak elde değil. Kendi çelişkimi de buraya bırakıyorum, ne de olsa “hüzün ki en çok yakışandır bize, ya da en iyi anladığımız” : ) Serkan Keskin’in, anlatıcı Hayri İrdal ve farklı zaman, toplumsal kimliklerle yansıyan diğer roman karakterlerini sahneye taşırken sergilediği oyunculuk şapka çıkarmayı hak ediyor. Tam da bahsettiğim o Candide naifliği sahnedeki Hayri İrdal’da, ses tonundan bakışına, el kol hareketinden postürüne kadar bence çok dengeli yansıyor. Raylı sistemle sahnede dairesel yol alarak beliren-kaybolan dekorlar, her ne kadar izleyen için bir miktar yorucu olsa da, yaratıcı ve dinamik. Bu dekor oyuncunun adeta uzvu gibi kullanılmış. Onu şekilden şekle sokuyor. Ve elbette sahneye entegre edilmiş, ayna/saat/ortam/kesit yansıtmalarıyla sinevizyon… Oyuncunun bu sinevizyonun içinden çıkıp sahnede devam ettirdiği hikayeleme şekli etkileyici bir seyir sunuyor. Burada da minik bir şerh, sinema sahnesine mi, tiyatro sahnesine mi odaklanmak lazım çatışmasını izleyiciye ara ara yaşatıyor. Aralıksız, dolu dolu iki saat kadar süren bir oyunda, tek başına bir oyuncunun bu kadar yük yüklenip, oyunculuğunu düşürmeden ve her karaktere ayrı ton katarak oynayabilmesine şaşırmamak elde değil. Böyle derinlikli bir romanı iki saatlik bir oyunla ve tek oyuncu üzerinden anlatırken, belki de kaçınılmaz olarak, karakterlerdeki hiciv sanki karikatürize hale gelmiş. Romanın çatışmasını bize sunan, çatışmalı karakterlerse bu yoğun atmosfer içinde silikleşmiş; esas çatışma geri planda kalmış. Acaba bu kadar çok karaktere yer verilmeseydi, romanın tümüne değil de mesela enstitünün kuruluş hikayesine odaklansaydı, daha az sekansla daha öz bir mercek ortaya çıkar mıydı diye düşünüyorum. Oyunun ana anlatı hattı, hikayenin teatral/şov öğeleri değil de öz çatışması/tematik içeriği haline gelir miydi acaba diyorum. Belki de bu serzenişlerimin ardında, benim için Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nün ifade ettiklerine yoğun hayranlığım var. İzleyici dediğinin ağzı torba değil ki büzesin :)

Sözün özü, çekici öğelerle süslü reji ve parlak oyunculuk, kesinlikle oyunu ‘izlenmesi gerekli’ kategorisine taşıyor. Tüm emek verenlere şükranlarımı sunuyorum. Ancak -ilk söylediğimi yineleyeceğim- bence izlediğimiz, Tanpınar’ın edebiyatımıza kattığı başyapıtın uyarlaması değil de, bir tür performatif öykünmesi oluyor. E bu da az buz bir iş mi, elbette değil.

BUNLAR DA İLGİNİ ÇEKEBİLİR