Dışarıda kasırgaya özenmiş bir rüzgâr eser iken klavye başına oturmuşum. Böyle havaların uğultusu, karanlığı bende tuhaf bir saygı uyandırıyor. Doğal, akışkan, güçlü ve melodik. Ve böyle bir havada yazacağım izleyici izlenimi, başka hangi oyunu konu edebilirdi ki: Bernarda
Zamanı kısıtlı müstakbel okuyucu/izleyici, girizgahtaki bu fırtına-Bernarda analojisi özellikle senin için, gönül rahatlığıyla bu oyuna gidip tadını çıkarabilirsin. Ama seninle bu satırlarda buluştuysak, hiss-i kabl-el vuku, yazıya devam etmek sana keyif verecek.
Ayrıntılara mercek tutma hevesi yaratan bir oyun Bernarda, şimdi biraz o ayrıntıları keşfe dalalım. Bir kadın izleyici olarak bolca armağanla donanarak oyundan çıktım. Böyle güçlü bir oyunda elbette bir kadın kahramanımız var, ‘elbette’ vurgusu kendi izleyici dimağımda şekillenen naçizane şahsi estetik algımdır efenim. Sahnede olmak için dünyaya buyur olmuş bir oyuncu Özge Arslan. Tek başına beş kadını sesiyle, koreografisiyle, mimiğiyle sadecik bir dekor eşliğinde yansıtırken bu sahne efsununu iliklerinize kadar hissettiriyor. Ve yine elbette, flamenkonun gücü bu performansın daha da parlamasına imkan veriyor. Beş kadın, çarşaflar önünde değişen renkler ve postür ile sahnede birbirinin peşi sıra beliriyor. Tek bir kadının bu beş kadına dönüşümleri dahi estetik bir haz veriyor.
Biraz arka plan bilgisi vermeli, zira bu performans arka plan referanslarıyla daha da anlamlı ve etkileyici hale geliyor. Bernarda, Federico Garcia Lorca'nın, İspanya’nın kırsalında yaşayan kadınların toplumsal baskıyla şekillenen yazgısını konu eden ‘Köy Trajedileri Üçlemesi’nin sonuncusu Bernarda Alba'nın Evi adlı oyunundan yola çıkılarak uyarlanmış tek kişilik bir tiyatro metni. Evlenme, doğurma, bekaret, itaat, hizmet… Lorca’nın, henüz 38 yaşındayken ‘eşcinsel bir komünist’ olduğu için infaz edilmeden önce kaleme aldığı bu metinlerdeki temalar, evet o döneme ışık tutuyor ve evet, ne yazık ki hala dünyanın birçok yerinde ‘kadın’ı tanımlamanın durakları olarak görülüyor. Bu oyun, bu temalara yüz yıllık bir isyan.
Bernarda, kocasının ölümü üzerine ev içinde 8 yıllık yas ilan ediyor ve ‘ahlaklı kadın’ olarak inşa ettiği otorite ile annesini, beş kızını ve kendini bir çatının altında hapsediyor. Bu öyle bir otorite ki bildiğimiz tüm baskıcı rejimlerin küçük bir modelini oluşturuyor. Kadınlar, bu matem evinde korkaklaşmış, vazgeçmiş, birbirine yabancılaşmış, düşmanlaşmış figürlere dönüşüyor. Oyunun yazarı Pelin Temur, tam da bu hali güçlü biçimde yansıtan bir matematikle yeni metni ortaya çıkarmış. Bu yeni metni bir öykünme olarak değil, yeniden yaratım olarak görmek gerekir sanıyorum. Despotik Bernarda karakteri oyun boyunca kimi vakit mikrofondaki baskın, güçlü ses; kimi vakit sırtı dönük bir tiran olarak karşımızda. Bu otorite, tüm duvarlara sertçe toslayan acı dolu bir yadsımayla nihayetleniyor ve izleyicisine bence bu kurguyla hayli gerçek bir karakter olarak ulaşıyor. Anlatıcı ise bu kıskaç içinde yaşamın, samimiyetin, sağduyunun sesi, yaşlı anne Maria Josefa. Bu trajik hikayeye ironi, hoşgörü, yaşam enerjisi ve isyan katan başlıca öge de anlatıcı oluyor. Kadına biçilen trajik yazgıya anlatıcımız yaşlı Maria ile beraber gülüyoruz, tiye alıyoruz, tüylerimiz diken diken oluyor, çığlık atasımız geliyor.
Çarpıcı oyunculuğuna yeniden dönmek isterim. Cinsiyetçi, ayrımcı otoritenin kadın sesiyken de; maruz kalan, itaat eden ya da başkaldıranken de karakterlerin duygusu hayli dengeli, geçişken ve aynı zamanda karakterden karaktere ayrışan şekilde tek bir oyuncunun performansıyla sahneye nasıl bu kadar muazzam yansıyabiliyor, hala şaşkınım. Özge Arslan’ın sahnede o an, o duyguyla canlı seslendirdiği ve dansıyla bütünlediği Fandangos ve Flamenko örnekleri de bu duygu enjeksiyonunda –evet bu kelimeyi kullanıyorum, zira damardan kana zerk oluyor- çok etkili bir öğe. Not düşmeden geçemeyeceğim, bir sevişme sahnesi var ki böyle bir oyunun akışında tek başına bir kadının dansıyla ancak bu kadar güzel ifadesini bulabilirdi. Koreografiyi de kendisi hazırlayan, her biri oyun için özel olarak bestelenmiş müziklere katkı sunan Özge Arslan’a şükranlarımızı sunmanın özel, özgün yollarını keşfetmeliyiz -izleyici burada kelimelerin kifayetsiz kaldığı bir andadır-.
Gelelim bu etkileyici atmosferin sahne kurulumundaki detaylara… Çok sade bir dekor; sanki Alba’ların evinde, duvarlar arkasına gizlenmiş avluya asılı beyaz çarşaflar arasındayız, Alba kadınları etrafımızda dolanıyor. Bu çarşafların üzerine yansıtılan sahnelerle avlunun duvarları yıkılıyor, kadınların hayatını duvarlar arasına sıkıştıran gelenek ve törelerin, otorite ve baskının sembolleri Alba hanesinin içine, kadınların hayatlarına nüfus ediyor.
Özge Arslan’ın güçlü yorumuyla ruh kazanan müziklerin yanı sıra oyuncunun siyah, dantelli kostümü de zaman ve mekanı kırarak bizi 1930’lu yıllara, Lorca’nın İspanyası’na götürüyor. Oyunun afişi de tam bu atmosfere uygun tasarlanmış. Afişte Bernarda’yla göz göze geldiğimde zihnimde oluşan dünyada oyunu izlerken soluklandığımı söyleyebilirim.
Bir fırtınalı İstanbul gününde, çok sevdiğim rüzgarın ve yağmurun melodisi kulağımda, Bernarda ekibi Projeno2 ve Özge Arslan’a içten teşekkürlerimi sunuyorum.
Ve canım Adela’ya sarılıyorum: “Kadın doğmak cezaların en ağırı, alışmayacağım ben buna.”