Sahnede genç bir adam, bize özel bir ilgi alanından bahsediyor: sesler.
Doğrudan bizimle konuşuyor. Sanki bir sunum yapar gibi.
Sahnenin merkezindeki uzun masa adeta teknik bir merkez gibi. Birtakım aletler, cihazlar, objeler, fotoğraflar, kayıtlar…
Seslerin onun için nasıl bir etkiye sahip olduğundan bahsediyor.
Çocukluğundan başlayarak, bu konudaki ilgisinin nasıl geliştiğini paylaşıyor bizimle.
Anlattığı şeyler çok kişiselmiş gibi geliyor en başta.
Ama anlatı ilerledikçe, seslerin ortak hafızamızda ne kadar önemli bir yeri olduğunu fark ediyoruz.
Onunla birlikte biz de işitiyoruz anlattığı sesleri. Sadece kulaklarımızla değil. Hafızamızla, duygularımızla, sezgilerimizle işitiyoruz.
Daha önce hiç duymadığımız sesleri bile adeta "hatırlıyoruz".
Şimdiki sesler, çocukluğumuzdaki sesler, yüzyıllar öncesinde var olmuş sesler. Hepsi birleşiyor, ayrışıyor, çarpışıyor, başkalaşıyor, birlikte bizi bir yolculuğa çıkarıyor.
Genç adam, yaşadığı şehrin seslerinin peşine düşüyor, biz de onu takip ediyoruz.
Kişisel tarih, hep birlikte paylaştığımız ortak bir tarihe dönüşüyor.
İşittiklerimiz sayesinde, unuttuklarımızla yüzleşiyoruz, kanıksadıklarımızı fark ediyoruz, yanından geçip gittiklerimizi dinliyoruz, . . .
Bir şehirle yeniden tanışıyoruz.